Pantolonun Politik Tarihi/ Cristine Bard


BARİKATLARDAN DEFİLE SALONLARINA PANTOLONUN TARİHİ


-Erkek gibi giyinmek isteyen her kadın Emniyet Müdürlüğü'ne gelip izin isteyecektir.

-Bu izin, yetkili sağlık görevlilerinden alınan belgeye göre, belediye başkanı ve polis komiserlerince verilecektir.

-Bu belgeyi almadığı halde erkek kılığında gezen kadın tutuklanacaktır.

Paris Emniyet Müdürü Dubois

7 Kasım 1880



      Tarihin eskiliği yüzünüze bir gülümseme yaydıysa hemen toparlayın onu. Sel Yayıncılık'tan çıkan Pantolonun Politik Tarihi kitabını okurken bana sık sık böyle oldu doğrusu. Ne zaman “İnsanlık neredelerden geçmiş, geçmiş de bugüne gelmiş.” deyip sonra da bugüne baksam o gülümseme yüzümde toparlanıverdi. Kulağımın dibinde biri fısıldayıverdi, değişen bir şey yok, sadece görünümleri, söylenişleri değişti.

      Mesela... Bazı insanlar hala spor yapan kadını “yersiz bir teşhircilik”le suçlarken, daha liberal olanlar bir piyasa argümanına dönüşen kadın bedeninin kendi “öz”üne ihanet ettiğini vaaz ediyor. İlk grup diyor ki, “Kadının göğüsleri gizlenmelidir, çünkü cinsel bir metadır.”; ikinci grup diyor ki, “Kadının göğüsleri dolgun olmalıdır, çünkü cinsel bir metadır.” (Olimpiyatlardaki kadın yüzücüler için Yüksel Aytuğ'un yazdıklarını anımsayınız.) Erkeğin zevki için yaratılmış kadın bedeni ve hatta ruhu -cinsel bir uyarana dönüşene kadar çiğnenmiş “kadın zayıflığı ve duygusallığı”- o zevkten bağımsız bir varoluşu her zorladığında, ahlak ve/ya estetik denen sözde bağımsız, ve ne hikmetse hep tarih-dışı, alanlardan uzanan eller tutuveriyor kadının saçlarını.
Gerçi bugün bu “ucube” ve zevk katili (aslında “zevk” kelimesinin ikili çağrışımını temizlemek için “haz” da denebilir) kadınlar gözaltına alınmıyor; pantolon giymeleri, spor yapmaları için polis şefinden ve belediye başkanından yazılı izin almaları gerekmiyor. (Gülümsemeyin! Kadın milletvekilleri bu izni ancak geçen yıl alabildiler!) Eh... Birkaç yüzyılda varılan insanlık adına gurur verici bir nokta!

Hayvanlar Üzerine / Elias Canetti

BİRLİKTE VAROLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

   Bir hayvanın gözlerinin içine bakmak... Onunla paylaştığın varlık zeminini ve belki de asla paylaşamayacağın isimsiz bir başka zemini hissetmek. Ruhun kendi dışında bir yere doğru kabarması gibi. Ağaçlara, akan suya, taşlara bakarken hissettiğin, içini coşturan ama asla tam olarak ele geçiremediğin o duygu... Kenarında dil döndürüp durduğun, karmaşıklıkla basitliğin, yücelikle pespayeliğin, tapınmayla kayıtsızlığın yan yana durduğu- durmaya çalıştığı- bir alan. Gözlerini akılla kapatıp aydınlana aydınlana uzaklaşmaya çalıştığın bir bilme biçimi. İçe dolan, ele geçiren, hesaba gelmeyen bir hissediş. Onu sınırlayamayacağını anlayınca bilme biçimini sınırladığın bir koca bilinç alanı. Birlikte varolmanın dayanılmaz ağırlığı...

   İki büyük adamın hayvanlara bakışını okuduk üst üste. Önce Altıkırkbeş Kafka'nın Hayvan Öyküleri'ni derleyip bastı, arkasından Sel, Canetti'nin kişisel notlarından oluşmuş Hayvanlar Üzerine kitabını. Kafka hayvan üzerinden insana bakıyor, insanı anlamak için hayvandan ve hayvanı anlamak için insandan hareket ediyor. Edebiyatın alanından konuşuyor. Canetti'nin Hayvanlar Üzerine kitabı ise kişisel notlarla dolu olduğu için daha doğrudan bir bakış.

Resul / Hüseyin Kıran


ACIMAKTAN YAPILMIŞ RESUL

 
   Hüseyin Kıran'ın Gecedegiden'ini okumaya başlamadan önce Resul'ü anmak, onu neden kıymetli bulduğumu anlatmak istedim.
Resul, 2006'da Metis'ten çıkmıştı. Yazarıyla ilgili 1965'te doğduğunu, üniversiteyi politik nedenlerle bıraktığını, 10 yıl hapis yattığını ve daha önce Madde Kara adında bir şiir kitabı yayımlandığını öğrenmiştik kitaptaki kısa özgeçmişten.
    Hatırlıyorum, sarsıcı bir okuma deneyimiydi benim için. Çıldırmanın eşiğinde, işkence mağduru bir şairin romanını okuduğumu düşünerek kat etmiştim Resul'ün sayfalarını. Bir yazarın hiçbir şeyi sonraya saklamadan, “bitirme” -hatta belki “bitme”- noktasından yazdığını düşünerek okumuştum. Dolayısıyla, Kıran'ın bir romanını daha okuyabileceğimi sanmıyordum. Bir ilk ve son roman gibi okudum Resul'ü. Şimdi diyorlar ki, Hüseyin Kıran bir roman daha yazmış. Hem de pek iyiymiş. Yani Resul bir sayıklama, bir vazgeçiş öyküsü değilmiş. Tıpkı kitapta Resul'ün granitten kovuğunu oymaya çalışırken yaralanan parmaklarına yaptığı gibi, yarasına işeme ve sonra da acısı dinsin diye onları yalama anlatısıymış Resul. Öyleyse şimdi bir kez daha okunmalı...

Aya Tırmanmak / Ursula K. Le Guin


LE GUİN'LE HAVANIN KAPAĞINI AÇMAK


Bilen bilir, biçimle ilgili radikal denemelere pek girişmez Le Guin. (Muhteşem Hep Yuvaya Dönmek kitabı için bir şerh konulmalı elbet buraya.) Onun temel taşı öyküdür. Kendi benliğine yönelerek bulduğu ve tam da bu yüzden evrensel olduğunu söylediği imgelere dayanır daha çok. “Nasıl” anlatmış olduğu hiç gözünüze batmaz, aklınızı çelmez. Biçim, varlığını unutturacak kadar ustalıkla kaybolmuştur öykünün içinde. İmgelerin öykünün içinde sadelikle eriyişini takip edersiniz. Ağzınızda, yanağınızla dişleriniz arasına yerleştirip unuttuğunuz bir şeker gibi. Herhangi bir sebeple, belki konuşmak için, onu yerinden oynattığınızda hiç fark etmeden orada biriktirdiğiniz tat dolduruverir ağzınızı. Tam böyledir Le Guin okumak. Dalmış okurken onun kurduğu dünyanın gerçekleri olağanlaşır ve içinizde bir yere yerleşir siz hiç fark etmeden. Hem de sanki hep oradaymış gibi rahat, yerini yabancılamadan. Sonra, hatta bazen çok sonra, bir sebeple yerinden oynatıverdiğinizde okurken ve unuturken orada birikmiş tat dolduruverir ruhunuzu. Tam olarak yaşlı bir kadın gibi eğitir insanı Le Guin. Hiç hissettirmeden. Sanki olağanüstü hiçbir şey olmamaktadır. Sanki altı ay kadın, altı ay erkek olan ırk, gezegenler arası seyahat yapan anarşistler, yıllarca taştan bir labirenti kavrama eğitimi alan kadınlar, aslında ejderha olan yaralı kızlar, ruhundaki karanlıkla yüzleşmek için ölüm ülkesinin eşiğine kadar giden büyücüler, hepsi dünyanın en olağan şeyleridir. Öyle sessizce ve sakinlikle alt üst ediverir bildiğiniz dünyayı. Olağandışını sıradanlaştıran, dolayısıyla olağan olana kökten yabancılaşmanızı sağlayan öykülerini ateş başında öykü anlatan bir nine gibi sakince kurar. Bu yüzden de Le Guin, yılların okur-yazarlarınca da, bu işlere yeni başlamış olanlarlaca da sevilir. Kurduğu hikayeler bir çok derinlik katmanından okunacak kadar karmaşık ve ama acemi okura yol gösterecek kadar sadedir. Onun marifeti de galiba bu iki katmanı, birbirlerine galebe çaldırmadan, üst üste inşa edebilmektir.

İSKENDER PALA'NIN YÜCE EFENDİLERİ VE MUTLU KÖLELERİ


   Güncel sorunlarımıza idealleştirilmiş bir tarihten çözüm bulmaya çalışan kalem erbapları her dönem olmuş. En çok arz-ı endam ettikleri dönemlerse sistemin ideal insan-yurttaş tanımında değişiklik olduğu dönemler. “Ümmetten millete” geçerken bastıran tarihi roman dalgası, şimdi “milletten ümmete” geçerken yine oldukça popüler. Bu dalga, tarihle edebiyatın ilişkisinde her dem var olan problemleri de taşıyor, güncel problemleri de.
   Ömer Türkeş, “Romana Yazılan Tarih” makalesinde, Hobsbawm'dan aktarıyor: “Belki de 'alt tarafı' bir roman deyip önemsenmeyebilir, ama tarihin yerine mit ve icat koymaya yönelik bu ve başka girişimler sadece kötü entelektüel şakalar olarak geçiştirilmemelidir. Zira okul kitapları, sinema ve televizyon filmleri, hikaye ve romanlar, popüler çizgi romanlar bu entelektüellerin üretimidir ve tarih ataların belleği ya da kolektif gelenek değildir. Tarih, insanların roman yazarları, din adamları, öğretmenler tarih kitaplarının yazarları, dergi makalelerinin editörleri ve televizyon programcılarından öğrendikleri şeydir.” Zamanında okuma yazma bilmeyen halka tarih nasıl kilise duvarlarındaki resimlerle öğretildiyse, şimdi de, çabuk sıkılan çağımız insanına, tartışma programları, TV dizileri ve bol aşk soslu tarihi romanlarla öğretiliyor. Satış rakamlarına baktığımızda bu konudaki en iddialı öğreticimiz İskender Pala.

palimpsest

 
Ellerimi bahçeye dikiyorum,
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda yumurtlayacaklar.
  Furuğ Ferruhzad 
 
O gece öyle çok kar yağmış, öyle çok kar yağmış ki, kadın ve adam son kez birlikte yürürken şehir bembeyaz bir sayfa gibiymiş. Yıllardır birbirlerine yazdıkları mektuplarla kurdukları hikaye, şehir büyüklüğünde kocaman bir sayfanın beyazlığında, kendi sonu üzerinde dönüp duruyormuş şimdi.

Öyle çok kar yağmış, öyle çok kar yağmış ki, adımları bu bembeyaz sathı lekeleyemiyormuş bile. Kar üstünde kar. Ayakları toprağa ulaşamıyormuş. İkisi de konuşamayacak kadar kırgın, ağır adımlarının açtığı oyukları karın süzülüşünden beklenmeyecek bir hızla kapatan bu sayfada yürümüşler hikayenin sonunu. 

Kar öyle çok yağmış, öyle çok yağmış ki, tüm yolları, kaldırımları, bina girişlerini, ağaç gövdelerini, çukurları ve tümsekleri örtmüş. Ne mesafeyi göz için kavranabilir kılan yükseklik farkları, ne uzaklığı sıralayan tek tek varoluşlar kalmış. Dünyanın kavranabilirliği sayfanın kendini sürekli yenileyen bembeyaz boşluğuyla örtülmüş. Bu izsiz, sessiz beyazlık her şeyi yeniden kurma arzusu da yaratıyormuş bakanda. Şuradan sağa dönüvereseler orası sağa dönülen bir yol olacakmış; sola dönüverseler sola. Yumuşacık kar, elleri ne şekil vermek isterse onu alabilirmiş. Dünya bir yandan kendi olanaklarına bağlıymış gibi görünüyor, bir yandan da sonsuz seçeneklerle ürperip duruyormuş. Dünya mektuplaşmak gibiymiş.

zeval


Bir kadın varmış. Bir yarığın iki yanında yaşarmış. Kendisine değen her şeyi yarığın bir yanına atarmış. Ama her zaman bilene gönül indirmez masal; hep bilenin bilmediği yerde başlar. İşte bu kadının masallığı da oymuş ki, bazen eline geçeni ne yana atacağını bilemezmiş. O zaman işte, bilemediğinde, yarığın dibinde yaşarmış. Aslında ilminin en derin yerini de orada edinmiş; yarığın dibinde. 

Dibindeyken gökyüzüne açılan kollara benzeyen yarık, başındayken bir uçuruma benzer, “uçurum” adına yaraşır keskinlikte derinleşirmiş. Dibindeyken iki yanına tırmanmak da eşit zorlukta ve çekicilikteyken, tepesindeyken ya kanat diletirmiş ya da ölüm. Kadın onca ilmiyle bu işi çözememiş. Bilirken kanadım yok; bilmezken bacaklarım yol çağrısıyla capcanlı. Bilirken ölüm açılmış bir kucak gibi seslenir durur bana; bilmezken yol çağrısı gökyüzüne kadar varır. Bilirken dilim bir uçurumdan aşağı akar, kendi ölümüne; bilmezken dilim maviye bulanmış kahverengi kadar sırlı. Oysa bilmek değil mi tüm bu nöbetin amacı? Nedir bilmekle yitirdiğim? Nedir yarığın dibindeyken başında olmayan şey? Nedir soruyla parlayıp yanıtla ışığını yitiren şey?

Sermayenin Mekanları/ David Harvey

HARVEY'İN DİYALEKTİKLE DANSI


"Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir.”1
 
      David Harvey, Sel Yayınları'nın Düşünsel Serisi'nden çıkan Sermayenin Mekanları kitabında 1970'lerden 2000'lere kadar yazdığı 17 makaleyle entelektüel bir ateş2 yakıyor. Makalelerin ilgi çekiciliği ve kapsayıcılığı bir yana, Harvey'in, diyalektiği işletişini, aktif bir entelektüelin politik pratiklerinde ve akademik hayatında yaşadığı sıkıntıları samimiyetle düşünsel malzemeye çevirişini ve orada, gözünüzün önünde yeni'yi arayışını izlemek, kavramların birbirlerine sürtülüşünden çıkan kıvılcımları görmek için de okunmalı bu kitap. On dakika olsun televizyon izleyen birinin fark edeceği gibi, bugünün ana meselelerinden biri, hem küresel hem de yerel boyutta, mekanın yeniden paylaşımı. Artı üretimin emilimi için en az savaş kadar işgörür olan kentsel dönüşüm hamlelerini anlamak için “kent” denilen gayya kuyusuna ayrıntıları görebilecek kadar yakından ve bağlantıları görebilecek kadar uzaktan bakmak gerekiyor.3

renksiz yazısız kent

Zamanın birinde bir kent varmış. Bu kentte mürekkebin ne olduğunu kimse bilmezmiş. Çünkü bu kentin insanları hiç yazı yazmazlarmış. Ne kitap varmış kentte, ne de yazılı tek bir sayfa.

Kimi, vaktiyle bu kentte, bir periyi kötürüm etmek için, kara bir kağıt üzerine zehirli bir büyü yazıldığını, perinin kötürüm olduğunu -derler ki, bedeni gittikçe ufalmış ve elleri karnına yapışmış- o günden sonra da kentin yazısızlıkla lanetlendiğini söylermiş. Ardı arkası yoktur bu rivayetin. Periyi kim kötürüm etmek istemiş, neden istemiş, kenti lanetleyen kimmiş söylenmez.

Başka bir rivayete göre kenti lanetleyenler cinlermiş. Derler ki, zamanında bu kentte yaşayan bir kız, zamanın dilini çözmüş. Çözmekle de kalmayıp hem dili nasıl çözdüğünü, hem de zamanın dediklerini yeşil kağıtlara yazmış. İnsanın zamanın sırrını çözdüğünü duyan cinler, kızın yeşil yapraklarını ateşten soluklarıyla kavurup kenti yazısızlıkla lanetlemişler. Kimi der ki, bunlar iyi cinlermiş; insanı bilmenin yükünden korumak istemişler. Kimi de der ki, kötülermiş; insanın bilgide kendilerine denk olmasını istememişler.

Bazıları da der ki, yaprakları yakan cinler değil kızın kendisiymiş. Zamanın dilini çözen bu kız, artık kim bilir hangi yükün ağırlığıyla, sırrı işlediği sayfaları ve kendini yakmış. Ertesi gün kapkara bir yağmur yağmış kente. Sonra da, artık kızın mı laneti, zamanın mı bilinmez, yazısını yitirmiş kent.

İçinde bir kızın ve zamanın olduğu bu rivayeti, aldı, kabul etti masalcı.

Avından El Alan/ Bilge Karasu


Güneşli, ılık, ilkyaz koktu kokacak bir kış günüyle, onun dört gün ardından gelecek tipili, kürtünlerin iki üç karışı bulduğu bir kış günü arasındaki ikircik... Masalımı bu günlerden hangisine yerleştireceğimi düşünüyorum.

Düşündüğüm bir şey daha var: 

Sevmenin simgesel olarak da, gerçek olarak da yemekten başka bir anlama gelmediği...

Deniz, ya güneşin altında aynalaşacak, ya da kurşun-zeytin renkleri karışımı yüzünün sivri, keskin dalgalan, günün tümünü bir akşam saatine indirgeyen kar dumanı ardından, görünüp görünüp yitecek.

Önce deniz var çünkü. İçinde orfinozu, yüzünde balıkçıyı taşıyan. Sayısız parmaklı olduğu için, orfinozu da, balıkçıyı da, istediği yere sürükleyen, balıkla balıkçıyı ayrı ayrı yeden, kimi zaman birine, kimi zaman da öbürüne yüz verir gözüken.

Sonra orfinoz var; denizle balıkçı arasında geçit, köprü; balıkçıyı, olsa olsa düşman bilen. ikisini de taşıyan denizin kendisini kullanacağından habersiz. Balık. Hava güneşliyse, yavruluğuna bakmadan balıkçıya terler döktürecek; karlıysa, kulağına kaçacak kar suyuyla, baygın, suyun yüzüne vuracak balık.

En sonra da balıkçı var. Denizdeki kırgınla denizin vurgunundan başka şey bilmeyen; sevgiyi, olsa olsa, bir balıkta tanıyabilecek kişioğlu...

Şah ile Tuğra


ŞAH- Bir ölüm üçüncü sayfaya düştü mü bir talihsizliğin ya da şiddeti elinin ucunda hazır tutan bir cehaletin eseri oluverir. Vah vah'lı bir şükrün toz dumanında kaybolur merdiven altı atölyeler, sigortasız işçiler, iş cinayetleri, meslek hastalıkları, çocuk işçiler, banka kredisiyle çıkılan tatiller, asgari ücretli şoförler, ehliyetsiz sürücüler, göçmenler. Hepsi kaybolur. Geriye cehalet kalır, talihsizlik kalır, “duydun mu, vah vah.... ne insanlar var, cık cık cık...” kalır. Üçüncü sayfada ölenler herkesten uzaktır. Üçüncü sayfa ölümleri münferittir her zaman.
TUĞRA- Ben kaybolmadım, öldüm. Annem babam da kaybolduğumu düşündü, ama ben öldüm. Annem üzerime ismimi yazmıştı. Önünde sonunda gelecek kayıplıktan korusun diye beni. Annem yoksulların kaderini bilirdi. Annem sandı ki, isim insanı bir yere iğneler. Böylece insan dünyada savrulmaz. Beni tuttu tarihe iğneledi, sonra da kendime iğneledi. Ama ben savruldum. Bir arabanın altına kadar.
ŞAH- Şimdi, misal, Tuğra'nın hikayesiyle benim hikayem ayrı ayrı durur. Benim adım şah, onunki tuğra. Biz birbirimize işaretiz. Biz yoksulluğun içende dilenen tarihiz.

tıkırtılı


Akşam güneşi içeriyi ışığa boğmuştu, o geldiğinde. Kapının üzerindeki minik çan çınladığında kafamı kaldırmış, ardındaki ışık seliyle ancak bir karaltı olarak görmüştüm onu. Zayıf, uzun boyluydu. Etekleri bileklerine kadar inen bir elbise vardı üstünde. “Merhaba.” dedi. İşim bu olmasına karşın, canım fena sıkılır bir müşteri geldiğinde. Bu gün sıra hangisinde acaba, diye düşünürüm; bu gün neyimi alacak şu yabancı?

ihzar

Uzun bir çölde, bir insan ömrünce kısa bir düşe daldım. Sen beni bulduğunda o düşteydim ben. Gözlerimdeki vahaya sığınmıştım. Gözlerime kapanmıştım. Gözlerimi kapadım...

Öyle uzun zaman kaldım ki orada, uzun çöl rüzgârları kumla örtmüştü üstümü. Dokunuş diye bir kumların yakan dokunuşunu biliyordum; ses diye bir kumun uğultusunu. Unutmuştum ötesini. Unutmak denirse… Çölle bir ettiğim dünyanın sesini dinliyordum.
Sen beni bulduğunda uzun bir düşün ortasındaydım. Öyle ortasındaydım ki, unutmuştum düş olduğunu.
Ben o düşün içinde dağları, ağaç gövdelerini, yapraklardaki damarları, dere yataklarını, dere yataklarındaki her bir çakıl taşını, onların üzerinden akan suyu, göğü, gökte uçan kuşların kanatlarındaki her bir tüyü düşünürdüm. Ben o düşün içinde düşümü sevecek birini düşünürdüm. Sen beni bulduğunda, ben, beni sevecek birini...

defter...'deki


defter...
Ne defteri nerede bulduğumu söyleyebilirim, ne de neden bulduğumu. Söyleyebileceğim şu ki, o defterde bir yüz var. Kirpiklerini, kalemin kağıtta çıkardığı gibi bir sesle yuman ve sayfa sayfa açılan.
Biliyorum, bu bana yüzdür. Ve şimdi bir başlangıçta durmaktadır. Bekler. Bilinmeyi.
...'deki
Toprağı kazdı bugün kaplumbağa. Yumuşacık toprak… Önce birkaç yeri denedi; ya bir taşa denk geldi ya da bir köke, ilerleyemedi. Sonra buraya, sarmaşığın altına kazdı kış yuvasını. Yavaş yavaş. Açtığı çukurun içine girdi ve kelime yanına kelime dizer gibi ağır örttü kendini toprakla. Bu defter benim kış yuvam. Kazdığım, girdiğim, örttüğüm yeri bilirim; uyanacağım yeri bilmem. Uyanacak mıyım onu bile bilmem.

yarık

Bazen zamanda yarıklar açılır. Bir uçurum ağzının esintisiyle, nefes kesecek kadar derin bir nefes dolar insanın içine. Hazırlıksız. En çok sıradan bir günde… En çok sıradan biriyle… Hiçbir sıradışının anlam aralığına sıkışamayacak kadar sarih. Ne aşkın yürek açıklığıyla, ne dostluğun yakın bakışıyla, ne de merhametin güvenilmez iç yakışıyla. En sıradan bir günde, en sıradan biriyle açılıverir yarık. Şüphesiz diğerleriyle de açılır. Ama yarık, yarık olmaz o zaman. Aşk olur adı, dostluk olur, merhamet olur. Sanki yarığı açan bize ait bir şeymiş gibi. Oysa zaman yarılır bazen. Öylece yarılır. Yarattığı ihtişamla karşılaştırılamayacak kadar küçük bir an. Her zaman, hep öyle olmuş şeylerin ihtişamı.