Zamanın
birinde
bir kent varmış. Bu kentte mürekkebin ne olduğunu kimse
bilmezmiş. Çünkü bu kentin insanları hiç yazı yazmazlarmış.
Ne kitap varmış kentte, ne de yazılı tek bir sayfa.
Kimi,
vaktiyle bu kentte, bir periyi kötürüm etmek için, kara bir kağıt
üzerine zehirli bir büyü yazıldığını, perinin kötürüm
olduğunu -derler ki, bedeni gittikçe ufalmış ve elleri karnına
yapışmış- o günden sonra da kentin yazısızlıkla
lanetlendiğini söylermiş. Ardı arkası yoktur bu rivayetin.
Periyi kim kötürüm etmek istemiş, neden istemiş, kenti
lanetleyen kimmiş söylenmez.
Başka
bir rivayete göre kenti lanetleyenler cinlermiş. Derler ki,
zamanında bu kentte yaşayan bir kız, zamanın dilini çözmüş.
Çözmekle de kalmayıp hem dili nasıl çözdüğünü, hem de
zamanın dediklerini yeşil kağıtlara yazmış. İnsanın zamanın
sırrını çözdüğünü duyan cinler, kızın yeşil yapraklarını
ateşten soluklarıyla kavurup kenti yazısızlıkla lanetlemişler.
Kimi der ki, bunlar iyi cinlermiş; insanı bilmenin yükünden
korumak istemişler. Kimi de der ki, kötülermiş; insanın bilgide
kendilerine denk olmasını istememişler.
Bazıları
da der ki, yaprakları yakan cinler değil kızın kendisiymiş.
Zamanın dilini çözen bu kız, artık kim bilir hangi yükün
ağırlığıyla, sırrı işlediği sayfaları ve kendini yakmış.
Ertesi gün kapkara bir yağmur yağmış kente. Sonra da, artık
kızın mı laneti, zamanın mı bilinmez, yazısını yitirmiş
kent.
Artık
sırrına dokunuldu diye kendi kendini mi silmiş, cinler mi çekip
almış bilinmez ama, bu kentte zaman da yokmuş. Hiçbir şey
birikmez, her gün, her şey en baştan başlarmış. Eşyaların,
insanların isimleri bile değişirmiş günden güne. Sanki yazıyla
birlikte zamanını da yitirmiş kent. Birikme yeteneğini yitirmiş.
Çocuklar büyür, büyükler yaşlanırmış elbet ama bir günden
diğerine taşınamayan bilgi izleyemezmiş bu değişimi. Ne analar
çocuklarının damağını hatırlarmış memelerinde, ne de
çocuklar analarının içinin uğultusunu. Sevdalar içe işlemez,
en kıymetli gönül armağanları kapıya konurmuş ertesi gün.
Bu
yok'u bol kentte olmayan bir şey daha varmış: Renkler. Her şey
gri bir bulanıklıkta asılıymış. Güneş gri doğar, buğdaylar
gri uzarmış; bebecikler gri doğarmış analarının karnından,
genç kız göğüsleri gri iner kalkarmış. Yazısı olmayan kent,
yitirdiği renkleri anımsamazmış elbet. Her şey her zaman böyle
idi sanırmış.
Şimdi,
kentin renkleri yitirişiyle ilgili rivayetleri verecek masalcı...
Derler
ki, zamanın
behrinde,
bu kentte renklerin şahı yaşarmış. Şahın güzeller güzeli bir
kızı varmış. Bu kız, bir çobana gönlünü düşürmüş. Çoban
da onu severmiş. Ne ki, renklerin şahı razı olmamış bu sevdaya.
Yeşili, maviyi, sarıyı, cümle renkleri çağırıp demiş ki,
bitireceksiniz bu sevdayı. Ama renkler buna razı olmamış. O zaman
renklerin şahı, “Bana itaat etmeyen teba kahrolsun!” diye
gürlemiş. Gazaptan korkan renkler dört bir yana kaçışmışlar.
O gün bu gündür renkler bu kentten uzak dururlarmış. Dünyanın
dört bir yanına dağılıp, şahlarının öfkesinden gizlenmişler.
Kimi gül yaprağına gizlenmiş, kimi zeytin ağacının dalına,
kimi derelerdeki çakıl taşlarına, kimi bir bulutun kıyıcığına.
Şah da kör olmuş renklere lanet okuyunca. Gözleri şekli seçer,
rengi seçemezmiş.
Sonra
derler ki, vaktiyle
bu kentte yaşayan bir delikanlı renklerin sırrını çözmüş.
Özlerinin ne olduğunu bulmuş. Yepyeni renkler icat etmiş sonra
da, dünya üzerinde görülmemiş renkler. Renklere hükmetmeyi de
öğrenmiş elbet. Bir dokunuşu yetiyormuş kırmızının yeşile
dönmesine. Kentte güneş bir gün mavi doğuyormuş, öbür gün
eflatun; ırmaklar bir sarı kabarıyormuş, bir mor. Sonra bu
delikanlı daha önce hiç görülmemiş bir renk bulmuş ve bu rengi
bir güle vermiş. Bu bilinmez renkte katmer katmer açıldıkça da
güle aşık olmuş. Ne ki, bu delikanlıya çoktandır aşık olan
bir peri varmış. İşte bu peri, gülün içine gizlenip onun
diliyle seslenmiş delikanlıya. Tüm renklerini bana ver, demiş.
Maşukunun sözünü emir sayan delikanlı, kentteki bütün renkleri
topayıp gül-perinin yapraklarına işlemiş. Gülün güzelliği
görülmeye değermiş ya, kentteki tüm renkler solmuş. Bu kadarı
denir, sonrası denmez delikanlıyla gül-perinin aşkının.
İşte
bu rivayet dolu, renksiz, yazısız kentte bir kız yaşarmış. Bu
kız, kentte o bulaşık grinin tonlarından gayrı tek rengin
sezildiği toprağa bakar dururmuş. Evet, bu kentte sadece, parlak
gri güneş, solgun sisli-gri gökyüzündeki yolculuğuna ufuklardan
başlarken ve grinin tonlarıyla harelenerek diğer tarafta
bitirirken, toprak, belirsiz bir kahverengiyle ürperirmiş. Kimse
görmezmiş bunu. Daha doğrusu, gözüyle görmezmiş. Ama başka
bir yerleriyle görürlermiş belli ki. Çünkü bu doğuş ve batış
anlarında tuhaf bir sessizlik çökermiş kente. Kıvır kıvır gri
kuzular, mırıl mırıl gri kediler bile susarlarmış. Grinin bir
tonu bebecikler, kendilerini toprağa atar, sanki onları ayağa
kaldırıp yürütecek bir güç gizliymiş gibi onda, tırmalayıp
dururlarmış. İnsanlar öylece kalır, sanki yitirdikleri
renklerin, yazının, zamanın dokunuşuyla ürperirlermiş. Dalgın,
uzaklara bakar, dudaklarına dolanan bir mırıltıyı söze
dökemezlermiş. Elbet bu dalgınlık az sonra dağılır,
birikemeyen kent, yaşamasına eskisi gibi devam edermiş.
Yalnız
bu kız unutmazmış topraktan kahverenginin akışını. Gri nakışlı
ağaç gövdelerine bir işaret çiziyormuş unutmamak için. İşte
bu işaret, bir büyü gibi anımsatıyormuş kıza toprağa
bakmasını.
Kahverengi
kabarıp da yerini yeniden griye bırakıncaya kadar, kız, hep aynı
ağacın altında, gözleri toprağa dikili öylece oturur; içine
eski zaman masallarının dokunduğunu hissedermiş. Tam bu masallar
diline yürüyüp akacakken kahverengi silinir, kız, içinde yanıp
duran masalın acısıyla ağlarmış. “Az daha kalsaydı ya, az
daha! Bilecektim ne olduğunu!” İşte kızın işareti bu
gözyaşlarıymış. Gözyaşları, ağaçta değdiği yeri
koyultuyor, toprak tekrar kahverengiyle ürperene kadar kurumuyormuş.
Kız da, bu işarete her baktığında, kahverenginin ürperişini
görmek için gözlerini topraktan ayırmaması gerektiğini
hatırlıyormuş. Elbet kız, böylece, içinde kıvranan dilin ilk
kelimesini yazdığını bilmiyormuş.
Bir
gün kız, ağaç gövdesindeki koyu gri çizgilere dikmişken
gözlerini, gözünün önünde duranın sözünü de bulmuş.
Ulaşması zor bir sırra ermiş gibi -onlar hep göz önünde
dururlar- sesi şaşkınlıktan titreyerek haykırmış: “İz,
kalıyor! İz, kalıyor! İz, kalıyor!” Zamansız, yazısız
kentte bir şeyin birikmesi, dünden bugüne bir şeyin taşınması
öyle tuhaf gelmiş ki kıza... İz, dünle bugünü birleştirmiş,
yarın için söz vermiş. Zaman, kız için sıralanmaya başlamış.
Kız,
sıralanan zamanı ve dile gelmeyen masalının mırıltısıyla
durup dururken, bir delikanlının geldiği haberi yayılmış kente.
Kent için bu o kadar sıra dışı bir şeymiş ki, zamansız kentin
her sabahında en baştan fısıldanıyormuş kulaklara. “Biri
gelmiş...” Elbet delikanlının gelişiyle ilgili birçok rivayet
dolaşmış ama hepsi akşamdan sabaha. Hiçbir rivayetin peşine
düşülememiş, sabahına hepsi silinip gitmiş. Her sabah, en
baştan “Biri gelmiş...”
Sonunda
kızın kulağına kadar ulaşmış haber. Ama kız, topraktan gözünü
ayıramadığı için, her sabah, baştan baştan toplanıp
gidenlerin arasına karışıp gidememiş delikanlıyı görmeye.
Yalnız, yüreğinde kendisinin bile sezemediği bir ses seslenip
durmuş delikanlıya: “Gel, beni bul...”
Günler
sonra gelmiş delikanlı.
— Sen
miydin beni çağıran? demiş.
Kız,
içinde nemlenmekten körelmiş diliyle,
— Ben
kimseyi çağırmadım, demiş.
Günlerdir
kentin inkarına alışmış olan delikanlı gülümsemiş,
— Geldim,
demiş.
Kız
susmuş. Delikanlının sesi, kahverengi bir şey kımıldatıyormuş
içinde. Sussun dilemiş. Bir içte iki kahverengi çok. Bilmiş
delikanlı, susmuş. Oturmuş kızın yanına. Birlikte beklemişler
kahverenginin toprağa yayılışını. Ama bu kez korkmuş kız,
titremeye başlamış kahverengiyle birlikte. Bilmiş, bu kez başka.
Delikanlı, kızın elini tutmuş.
— Korkma,
demiş, sesini de duyacaksın şimdi.
Demesiyle,
bir mırıltı yükselmiş topraktan. Bir şarkı. Kumlu, fısıltılı
bir şarkı. Kız, daha beter titremeye başlamış. Bu kez sarılmış
ona delikanlı. Korkma, demiş yine. Şarkı yükselmiş; kendisiyle
beraber toprağı da kabartıp yükselterek. Kız, şarkının
toprağın en derininden kabararak, ayaklarının dibine kadar
yükselişini titreyerek dinlemiş.
— Titreme,
demiş delikanlı, masal titreyeni sevmez. Onu taşıyacak dil ister.
Titreyen bir dil ancak kendi içine akar. Titreme.
O
zaman kız gözlerini ilk kez topraktan ayırıp onun gözlerine
bakmış. Aynı kahverenginin orada da kabardığını görmüş.
Üstelik kahverengi orada güneşin ışığını, gecenin
yıldızlarını da katmış yanına. Titremesi geçmiş. Tek bir
kulak gibi dinlemiş ikisi. Kız, sezdiğini anlamaya da başlamış
yavaş yavaş. Sürekli aynı şeyi söylüyormuş şarkı:
Dilini
bul.
Dilimi
bul.
Dilini
bul.
Dilimi
bul.
Koyu
gri göğe ışıltılı gri yıldızlar inene kadar öyle durmuşlar.
Kız artık titremiyormuş ya, daha derin bir titremenin içine
yayıldığını duyuyormuş. “Zamanım, sesim, dilim yokken
kaybedecek bir şeyim de yoktu. Ya gide...” Cümlesini tamamlamaya
bile korkuyormuş. “Ya o yokken duyama...” Yarım cümleleriyle
uyuyakalmış delikanlının göğsünde.
Sabah,
saçına dokunan elle uyanmış.
— Hadi,
demiş delikanlı, uyan artık. Bak sana neler göstereceğim.
Elinden
tutup kaldırmış onu. Kız ilk kez bu kadar güç hissetmiş
bacaklarında. Titreyişse hala içinde bir yerdeymiş.
Delikanlı
ilk dibinde oturdukları ağaca dokunmuş. Dokunmasıyla da ağaç,
görülmedik bir yeşille ışıldamaya başlamış. Kız, korkuyla
geri çekilmiş. Delikanlı elinden tutup gülümsemiş. Kız, onun
gülümseyişinden aldığı cesaretle tekrar bakmış ağaca. Rengi
hatırlamayan gözleri, bir su gibi içmiş ağacın yeşilini.
Dizleri titremiş, çökmüş olduğu yere. Yapraklarda yeşilin
kıpırdanışı, dalların gün ışığında tondan tona salınışı
sarhoş etmiş onu. Delikanlı yanında bir yere oturup beklemiş
kızın yeşile kanmasını. Kız, günlerce başka bir şey görmek
istememiş. Ağacın çevresinde dolanıp durmuş. Her yerine, her
anına bakmış yeşilin.
Günler
sonra delikanlı,
— Hadi,
demiş, daha görecek çok renk var.
— Ağacın
rengi kaybolmaz değil mi yanından ayrılırsak?
— Hayır,
korkma.
El
ele düşmüşler renklerin peşine. Delikanlı neye dokunsa ışıltılı
bir renk yayılıyormuş. Sarı-kızıl yılanların kımıldanışını
görmüş kız toprak üzerinde, mavi-pembe kelebeklerin uçuşmasını
rüzgarla birlikte. Çiçeklerin bin bir rengine alışmış gözleri,
balıkların saydam, renksizliğiyle okşayıcı su içinde ışıl
ışıl süzülüşlerine. Artık korkmamaya başlamış meyvelerin
dolgun renklerine dokunmaktan. Ne renk görse dünyadan değil,
delikanlıdan biliyormuş. Ağaç yeşilse, nar kızılsa o dokunduğu
içinmiş. O yokken renk de... Başlangıçta yarım bıraktığı
cümlelerin korkusu iyice birikmiş içinde.
— Gideceksin.
O zaman ben ne yapacağım?
— Herkes
gider, demiş delikanlı. Başka türlüsü gelmez kimsenin elinden.
Zaman budur işte. Ama hatırla, nasıl seslenmiştin bana? İz,
kalıyor; iz, kalıyor...
— Sen
miydin seslendiğim? Ben bile bilmezken birine, sana seslendiğimi,
sen nereden bildin?
— Bilmem...
Sezilir böyle şeyler, bilinmez. İz istedin, sızı istedin,
geldim.
— Gitme,
demiş kız. İçinde renkler kırılıp dökülüyor, birbirlerine
karışıp o bulaşık griye dönüyormuş. İzini değil, seni
istiyorum ben.
— İzi
sevmeyi öğrenmen gerek belki.
— İzi
sevmeyi öğrendim ben o zamansız grilikte. Unutacak kadar öğrendim.
Kendime dokunmaktan yorgun ellerim. Bırak sana dokunsunlar.
İncitmem... İncitmem!
— Sevdanın
dokunuşu incitmez olur mu? Onca derine işleyen incitmeden çıkar
mı yüze?
— Derine
dokunmam, demiş kız.
— Sevda
diyordun, demiş delikanlı.
— Evet...
deyip boynunu bükmüş kız.
Sonra
sesini zar zor toparlayıp,
— İzini
karıştırmaktan korkuyorum, demiş.
— Renklerimi
görmedin mi? Onlar karışır mı başka çizikle?
— Karışmaz,
deyip boynunu bükmüş kız.
Delikanlının
ışıklı kahverengi gözlerine bakmış. İçi ezilmiş aşktan.
— Sen,
ben olmuşken nasıl iz çizersin ki içime? İçim olmuşken nasıl
bir çizikten söz edersin? Ne izi bu? Neyi bulacağım peşine
düşüp? Senden kıymetli neyi bulacağım? Gitme!
— Sen
dünyayı kendi iç’in sanırsın. İnsanı nasıl deli eder bu
dünya bilmezsin. Deryadayken katreyle yetinirsin. İnsan aşkı
nedir ki? Hele çevrene bir bak, şu ağacın gözüne verdiği
okşayışı veremem ben. Gökyüzüne bakınca içine akan o mavi
sel var ya, işte onu akıtamam. Elmanın avucunu dolduruşunu
dokunamam eline. Ben neyim ki? Benim aşkım ne ki?
— Ben
nasıl dayanırım koca dünyayı sevmeye?
Gücüm
mü yeter?
— Yeter,
korkma, yeter.
— Yetmez!
Hele şu gökyüzüne bak, şu rüzgara, şu dağlara bak. Nasıl
yeter gücüm buncasını sevmeye?
— İzden
ayırdın, bana verdin gözünü. Ama hala izin ötesine geçemedin
aslında. Sen bütün renkleri benden biliyorsun; her renkte, rengi
değil, beni seviyorsun. Koca dünyayı bir bana, bir kendine
kapatıyorsun. Ben sana dünyayı bildiremeyeceğim, belli. Bırak,
gideyim. Benim sana bildiremeyeceğim şeyi bulduğunda geleceğim.
ve
gitmiş...
Kız,
gidişin anısı dağılana kadar yememiş, içmemiş. Bir damla
soluk tutamamış canında. Ne renklere bakabilmiş, ne ağacına.
Uyumuş sade. Sayıklamalarla uyumuş. Tek isimmiş sayıkladığı,
tek sesleniş. Ama sezgiyle gelen delikanlı, gelmemiş kızın
bağıran çağrısına.
Derken,
kim bilir ne kadar zaman sonra, bir dal dokunmuş kızın yüzüne.
Kız dalın rengini ilk görüşünü hatırlamış, delikanlının
ağaca ilk dokunuşunu. İçi ıpılık ürpermiş. Koşup yılanlara
bakmış, balıklara, kelebeklere...
— Ne
çoksun! diye bağırmış. Ne çoksun!
Koşup
ağacının altına gelmiş. Gözüne, eline, içine değen her şeyi,
iz tutmayı bilir diye, anlatmış ağacına. Mırıl mırıl bir
büyü gibi akıtmış çok olanı, çok olan toprağa. Ama kendi
gözyaşıyla koyulan, delikanlının dokunuşuyla yeşeren ağaç,
tutamamış sözün izini. Köküne konuşmuş, olmamış; dalına
konuşmuş, olmamış. Susmuş sonunda. İçinde kıvrılıp duran
şeyden anlamaya çalışmış dilinin eksiğini. Bilememiş. “Belki
kollarımdaki boşluk...” Kalkıp ağacına sarılmış.
Sarılmasıyla bir dal çizivermiş bileğini. Kanının toprağa
damlayışına bakmış kız. Orada yayılıp biçimlenişine, öyle
değil de böyle olmayı seçişine.
— Biçimi
yok dilimin! Şimdi burada, sonra yok. Varlığı sonraya taşıyan
biçim. Biçimini bulmalı dilim.
Çekmiş
içine dilini. Susmuş taş gibi. Her gün bir dala çizdirmiş
bileğini; bileği çizilemeyecek kadar parçalanınca başka
yerlerini. Dal,
tenini her yardığında duyduğu acı, dilinin biçimini müjdeleyen
bir dokunuş gibi tatlı gelmeye başlamış kıza.
Bir
ah’la başlamış dilinin biçimine. Çıkardığı bu sesi yazmış
ilk. Nasıl yazmış bilinmez. Parçalanan kısa bir eğri mi,
çatlaklı bir yuvarlak mı, yoksa dümdüz, titremeyen bir doğru
mu? Bu bilinmez ama, kız, toprağa ah’ı yazmış ilk, bu bilinir.
Sonra
başka sözcüklerin biçimlerini bulmuş. Mürekkebi, dal
dokunuşundan akan kanıymış. Bu kan kızıl sözcükler toprakta
biçimlenmeye başladıkça, kız içinde bir dilin, zamanın
dilinin, açılıp genişlemeye başladığını hissetmiş.
Yapraklara
yazmaya başlamış kız sonra. Önce kelimeler yazıyormuş sade.
Ama sonra, çevresinde her şeyin nasıl bir bütün halinde dönüp
durduğunu fark etmiş. Aynı bütünü, kırmızı dilinde de
kuracak bir şey aramış ve cümleyi kurmuş kız. Cümle’yi
kurmuş.
Seyrettiği
düzen, dilinde de kuruldukça içi büyümüş kızın, dili
büyümüş. Açılmış, katmerlenmiş. Gördüğü her şeyi yazmış
yeşil yapraklara. Güneşin nasıl bir doğrulukla doğup battığını
anlatmış, çiçeklerin nasıl şaşmazlıkla solup açtığını,
kış uykusuna yatan hayvanları, kuşların dal dal kurdukları
yuvalarını, suların göze görünmeden göğe yükselişini,
tüyden hafif, tozdan ufak kar tanelerinin köyleri gizleyişini...
Yaprak
yeşili üzerine kan kızıl dilini işte böyle işleyip dururken,
belki bir çiçeğin kokusuyla, belki bir balığın dokunuşuyla,
delikanlıyı hatırlamış bir gün. Hatırlamak denirse... Fark
etmiş. Orada bir yerde bekleyip durduğunu, dili katmerlenip
açılırken, onun da diliyle birlik büyümüş oluğunu fark etmiş.
İçi öyle yakıcı bir özlemle dolmuş ki, gözyaşları karışmış
mürekkep-kanına. Hemen teninde yeni bir çizik açmış, bunu da
yazmalı, deyip davranmış yeşile. Ama bildiği kelimeler yetmemiş
içine dolanı anlatmaya. Telaşlanmış kız. Nasıl, demiş, nasıl
anlatmalı? Eli dönüp durmuş kanının içinde ama bulamamış
kırmızısını. Özlem dili büyütmüş; dil, sözünü arayayım
derken, özlemi kabartmış. Bu kadar büyükken nasıl anlatılmaz!
Cümleye ne yandan başlasa varamamış noktasına. “Belki dilim
daha ilmini tamamlamadı.” demiş sonra. “Yanlış imtihan ilmi
hiç eder. Belli ki bu şimdi varacağım bir kapı değil. Daha
dolanmalı...”
Yine
gözünü çevirmiş dünyaya. Akşamın inişiyle içine dolan
kararmayı anlatmaya çalışmış, bulamamış sözünü. Denizin
uçsuzluğuna bakarken gözlerine dolan sonsuzu anlatmak istemiş,
bulamamış sözünü. Uzak ateşler yakıldığında rüzgarla
dağılan kokuyu anlatmak istemiş, bulamamış sözünü. Yıldızlı
göğe bakarken... yıldızlar... içinde... yıldızlar... kabaran
köpürme... yıldızlar... Yıldızlar hangi sırayla beliriyor
gökte..?
— Sıralarken
bütünü parçaladım ben! Nasıl zavallı kırmızı sözcüklerim!
Nasıl dokunup kaçmışlar bütüne! Nasıl eğleşmişler
kenarında! Ne ses sözüm yeter, ne renk sözüm anlatmaya gördüğüm
şeyi. Arıların kanat çırpışındaki ahengi, balıkların
kıvrılışındaki birliği; her şeyin tek bir şey gibi
birbirinin içinde erirken kendisi kaldığı bu bakışı anlatmaya
ne kırmızım yeter, ne fısıltım. Bütünü mü kurdum ben yeşil
yapraklar üzerinde? Nasıl uzak düştüm ondan dilim
bütünlendikçe! Cümleyi buldum, cümle’yi yitirdim…
Titremiş
kız. Titremiş ve dilini yutmuş.
Kan
kırmızısını yeşil yapraklara işlediği için iyice solgunlaşan
yanakları, titreyen dizleriyle kız, bir göz olarak atmış kendini
bütüne. Çekmiş dilini içine. İsim aramamış, renk aramamış;
sade bakmış. Ve ölmüş gördüğü şeyden. Soluğu zayıflamış.
Görkem karşısında ufalmış. Omuzları çökmüş içine. Bir
noktasından içine göçer gibi küçülmüş kız. Aklı kalmamış,
sesi, dokunuşu kalmamış. Tam, bir zerrecik gibi karışacakken
bütüne, bir el uzanmış eline. Kızın minicik kalmış elini,
yapıştığı karnından çekip almış. Saçlarını, kirpiklerini
tel tel ayırmış. En son çenesinden tutup yüzünü kaldırmış
yüzüne. Kız, yıldızlı kahverengiyi görmüş gözbebeklerinin
içinde. İlk nefes gibi, ölürken son nefes gibi, derin bir nefes
doldurmuş içine. Kurumuş boğazından bir hırıltı kopmuş:
— Geldin!
Derler
ki___
Demesinler...
Pelin Temur |
Eylül 2012
Harika, yazarın ismini de görmek isterdim.
YanıtlaSilPelin Temur. Blog benim olduğu için ayrıca belirtmeye gerek duymamıştım.
YanıtlaSilhocam harikasınız!!
SilTitredim ve dilimi yuttum...Sizi siz yapan ozelliklerinize saglik... Iyiki varsiniz.
YanıtlaSilTeşekkür ederim..
YanıtlaSilBüyüleyici..
YanıtlaSilTeşekkür ederim..
SilGerçekten mükemmeldi. Tek kelimeyle harika
YanıtlaSilÇok gecikmiş bir cevap olacak ama teşekkür ederim..
Sil