Ellerimi bahçeye dikiyorum,
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda yumurtlayacaklar.
Furuğ Ferruhzad
O gece öyle çok kar yağmış, öyle çok kar yağmış ki, kadın
ve adam son kez birlikte yürürken şehir bembeyaz bir sayfa
gibiymiş. Yıllardır birbirlerine yazdıkları mektuplarla
kurdukları hikaye, şehir büyüklüğünde kocaman bir sayfanın
beyazlığında, kendi sonu üzerinde dönüp duruyormuş şimdi.
Öyle çok kar yağmış, öyle çok kar yağmış ki, adımları bu
bembeyaz sathı lekeleyemiyormuş bile. Kar üstünde kar. Ayakları
toprağa ulaşamıyormuş. İkisi de konuşamayacak kadar kırgın,
ağır adımlarının açtığı oyukları karın süzülüşünden
beklenmeyecek bir hızla kapatan bu
sayfada yürümüşler hikayenin sonunu.
Kar öyle çok yağmış, öyle çok yağmış ki, tüm yolları,
kaldırımları, bina girişlerini, ağaç gövdelerini, çukurları
ve tümsekleri örtmüş. Ne mesafeyi göz için kavranabilir kılan
yükseklik farkları, ne uzaklığı sıralayan tek tek varoluşlar
kalmış. Dünyanın kavranabilirliği sayfanın kendini sürekli
yenileyen bembeyaz boşluğuyla örtülmüş. Bu izsiz, sessiz
beyazlık her şeyi yeniden kurma arzusu da yaratıyormuş bakanda.
Şuradan sağa dönüvereseler orası sağa dönülen bir yol
olacakmış; sola dönüverseler sola. Yumuşacık kar, elleri ne
şekil vermek isterse onu alabilirmiş. Dünya bir yandan kendi
olanaklarına bağlıymış gibi görünüyor, bir yandan da sonsuz
seçeneklerle ürperip duruyormuş. Dünya
mektuplaşmak gibiymiş.
Mektuplar boyunca dolaştıkları bilinmedik memleketlerden kim
bilir hangisinin adetince yapılan bu veda töreninde kadın, adama
yazdığı mektuplarda olduğu tüm kadınlarla birlikte yürüyormuş.
Adımlarını ağırlaştıran buymuş. Birazdan yolun sonuna
vardıklarında hangileri onunla kalacak, hangileri adamın peşine
takılıp gidecek bulmaya çalışıyormuş. Gidecek olanlarla
vedalaşmaya, kalacak olanları seçip ayırmaya çalışıyormuş.
Uzun bir tören yürüyüşüymüş kadınınki. Yolun sonuna,
derinliğin örtülüş olmadığı bahçeye hazırlanıyormuş.
Yanında beyaz sayfalar üzerinde kara lekelerle var ettiği
kadınlar, peşinde adama anlattığı tüm ağaçlar, hayvanlar,
şehirler, sokaklar, beyaz sayfaların derinine derinine mırıldandığı
şarkılar, adam için kurduğu masallar varmış.
Ayaklarının kara gömülüp çıkışını izliyor, bu gömülüşün
çıkardığı sesin, kalemin kağıt üzerinde çıkardığı sese
ne kadar benzediğini düşünüyormuş. Şehir büyüklüğünde bir
sayfaya ağır yürüyüşlü bir masal yazdığını düşünebilirmiş
daha önce olsa. Ama bu sayfa artık sözcük tutmuyormuş. Beyaz
sayfa ona sözcükler veren derinliği çoktan aşmış. Öyle
derinleşmiş, öyle derinleşmiş ki, derinlik artık minik
lekelerin başını gösterip mesafeleri ve hikayeleri biçimlediği
bir satha sahip olmaktan çıkmış; yutan, emen, örten bir şeye
dönüşmüş. Öyle derinleşmiş, öyle derinleşmiş ki, elin
işlediği, iz tutan, yara saklayan kendi yüzeyini bile iç etmiş.
Kadın üzerine ne bıraksa sayfa yutup yok ediyormuş. Yanında
yürüyen adamın da gittikçe bu sonsuz beyazlığa gömüldüğünü,
o yutan derinliğe karışıp kaybolduğunu görmüş. Bırakmış
gömülsün.
Kara gömülen her şey toprağa ulaşır eninde sonunda. Ve toprağa
ulaşan her şey çürüyüşten yepyeni bir yaşam yaratır.
Bırakmış bu hikayeden adama düşen pay, kendi çürüyüşünü
bulmak için olanaklarının içinde biraz dinlensin.
Bilinmez adetlerce makbul sayılan bu uzun törende sayfanın bir
bahçe köşesinde gelip durmuşlar. Adam
gitmiş. Kadınsa yanında kalan kadınlar ve peşindeki masallarla
birlikte bir ağacın altına oturmuş. Adamın çürüyeceği ve
yeşereceği yeri seçemeyeceğini bildiği kadar kendi yerini
seçmesi gerektiğini de biliyormuş. Gözlerini yoran sonsuz
olanakları eşelemiş. Beyaz sayfa nihayet lekelenmiş.
Eğer şimdi sana bir
mektup yazsaydım, bahçeyi anlatan bir kadın olurdum. Bahçeyi
kurmaya buradan başladım, derdim yenidünya ağacının altını
gösterip. Ve aynı anda derdim ki, kurulan bahçeye buradan
katıldım. Bahçenin hem kurulan, hem de kendi kendini kuran bir yer
olduğunu burada anladım. Bitkilerin naifliklerini gözetmeyi ve
güçlerine saygı göstermeyi burada öğrendim. Güneşin ve
toprağın can verici neşesi parladığında ellerimin gazabını
kattım onlara; gazaba geldiklerinde ellerimin şefkatini. Bir tek
dal büyütmek için ne çok şeyi bilmek, gözetmek gerektiğini ve
bazı şeylerin asla gözetilemeyeceğini bilmiyordum başlarken.
İçimde sadece naiflik ve gücün yanyana duruşuna duyduğum
hayranlık vardı. Bu ağacın altında katıldım bahçeye ve neye
bağlı kalmam, neyi sakınıp neyi zorlamam gerektiğini anlamaya
çalıştım. Bahçe bana kökünü yanında gezdiren bir sarmaşık,
almada ve vermede cömert bir çiçek, yön şaşırtıp güç heba
eden dalları seçebilen bir ağaç, kendi çürüyüşünün ilmine
vakıf bir çekirdek olmayı öğretecek. Vazgeçmeyi ve sahip
çıkmayı, gücüne yön seçip ölüleri ayıklamayı, çürüme ve
yeşermeyi öğretecek. Sonsuz olanaklar içinden bir hikaye kurmayı
öğreneceğim. Bahçede öğreneceğim.
Sarkaç Dergisi'nin 6. sayısında yayımlanmıştır.
Pelin Temur |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder