Güncel
sorunlarımıza idealleştirilmiş bir tarihten çözüm bulmaya
çalışan kalem erbapları her dönem olmuş. En çok arz-ı endam
ettikleri dönemlerse sistemin ideal insan-yurttaş tanımında
değişiklik olduğu dönemler. “Ümmetten millete” geçerken
bastıran tarihi roman dalgası, şimdi “milletten ümmete”
geçerken yine oldukça popüler. Bu dalga, tarihle edebiyatın
ilişkisinde her dem var olan problemleri de taşıyor, güncel
problemleri de.
Ömer Türkeş,
“Romana Yazılan Tarih” makalesinde, Hobsbawm'dan aktarıyor:
“Belki
de 'alt tarafı' bir roman deyip önemsenmeyebilir, ama tarihin
yerine mit ve icat koymaya yönelik bu ve başka girişimler sadece
kötü entelektüel şakalar olarak geçiştirilmemelidir. Zira okul
kitapları, sinema ve televizyon filmleri, hikaye ve romanlar,
popüler çizgi romanlar bu entelektüellerin üretimidir ve tarih
ataların belleği ya da kolektif gelenek değildir. Tarih,
insanların roman yazarları, din adamları, öğretmenler tarih
kitaplarının yazarları, dergi makalelerinin editörleri ve
televizyon programcılarından öğrendikleri şeydir.”
Zamanında okuma yazma bilmeyen halka tarih nasıl kilise
duvarlarındaki resimlerle öğretildiyse, şimdi de, çabuk sıkılan
çağımız insanına, tartışma programları, TV dizileri ve bol
aşk soslu tarihi romanlarla öğretiliyor. Satış rakamlarına
baktığımızda bu konudaki en iddialı öğreticimiz İskender
Pala.
Pala'nın
anlattığı tarih, kahramanların yazdığı şanlı bir tarih. O
şanlı kahramanlar tarihi yazarken sıradan fanilerse onların
devletlü iradesinin önündeki hazan yaprakları gibi savrulup
duruyorlar. Bugünün sorunlarını dahi öngörüp çözüm
geliştirmiş olan bu kahramanlar, hata yaptıklarında bile bir
takım “devlet etme” zorunluklarıyla davranıyor ve mutluluk
dolu bir itaati de hak ediyorlar şüphesiz. O buğulu sesiyle
birtakım vicdansızlıkları “zorunluluk” mertebesine
yükseltiveriyor Pala. Yunus'un mezarına kimse gitmiyor diye gözleri
dolacak kadar hassas olan bu adam, birden buz gibi bir itaatle
konuşmaya başlıyor: “Efendim, şimdi dönemin şartları
düşünüldüğünde, bu devir gibi değil tabii, devlet adamı
olmanın zorunlukları var, (taht mücadelelerinde kardeşin kardeşi
öldürmesi için)bünyeyi korumak için serçe parmak feda edilmiş,
(Yavuz'un Alevi katliamı için)30bin-40bin diyorlar; değil efendim,
en fazla 7bin. Onların da çoğu Şah'a gitmesinler diye kolları ve
bacakları çapraz kesildiği için ölmüşler. Malum, dönemin
tıbbı pek gelişmemiş...” Bu akıl yürütmeye bakıp da iyi
kötü bir tarihsellik algısı olduğunu sanmayın Pala'nın. Yok.
Zulmü “anlamak” için böyle zihinsel taklalar atarken diğer
olguların tarihselliklerini kavramak için serçe parmağını bile
oynatmıyor. İskender
Pala’ya göre
aşk,
kadın, erkek, iktidar, namus, mutluluk Osmanlı'da neyse hala o ya
da hala o olmadığı için sorun yaşıyoruz bugün. Dönüp orayı
anlasak ve tekrar etsek sorunlarımız çözülüverecek.
Pala'nın
kadına bakışı, ayrıca üzerinde durulmayı hak ediyor. Kadın'ı
Allah'ın yarattığı dünya güzelliklerinden biri olarak görüyor.
Şöyle diyor mesela: “Tanrı,
büyük ve sonsuz gücüyle balçıktan, yanakları gelinciğe,
göğüsleri beyaz güle benzeyen güzeller yarattı. Bu güzelliğin
değerlendirilip sevilmesi için de aşıkların gönüllerine aşk
ateşini yerleştirdi.” Kim
bu aşıklar? Erkekler tabii. Yani bir yanda dünya var, bir yanda da
koca gönülleriyle erkekler. Sürekli ağlayan, iç çeken, tek
takdir edilecek şeyi güzelliği olan kadınlarsa bakılıp
sevilecek, kaderleri hakkında başkalarının verdiği kararlara bir
tür “gönüllü kulluk” geliştirecek varlıklar. Mesela
saraydan kaçan bir cariyeyi anlatırken onun neden kaçmış
olabileceğini anlayamıyor Pala. Çünkü bir cariyenin Sultan'ın
odasındaki mutluluğunu “İçinde
bir erkekle değil, bir devletle birleşmenin hazzını yaşıyordu.”
diye tarif ediyor. Bir kadının mutluluğunu buradan tarif
ettiğinizde “Saraya
ait bir kadınla değil konuşmak, onun yüzüne bile bakmak bin bir
çeşit sorgu sual gerektirirdi.”
cümlesine, daha “saraya
ait bir kadın”
diye başladığınızda ne çok mutsuzluk sebebi yarattığınızı
anlayamıyorsunuz tabii. Saray ahalisinin gezmeye çıktığı
Hıdırellez günden bir sahne tarif ediyor Pala. Atlardan biri ürküp
şaha kalkınca cariyelerden biri denize düşecek gibi olur.
Cariyenin yakınındaki bir şair onu tutarak düşmekten kurtarır.
“Hareme
ait” bir
kadına dokunur yani! Kendilerine geldiklerinde ise cariye korkudan
bayılır, şair ise günahına karşılık diz çöker Sultan'ın
önünde. Sultan'sa Pala'nın tüm sultanları gibi yüce gönüllüdür
ve “Üzülme
mollam! Bu hanımı sana bağışladım, helalin olsun.”
der. Ve hemen orada nikah kıydırır ikisine. Eh, yoruma gerek
yok...
Saraydaki
entrikaları ise kadınlar ve iktidar sahibi olmayanlar yaratır
şüphesiz. İktidar sahibi ise, iktidarı hak edecek yüceliğe
kendiliğinden sahip biri olarak, tüm bunlardan uzaktır.
“O
yükseklerde bir adamdı, bu entrikaların pek çoğundan haberi hiç
olmazdı.”
Ama bir cariyesinin firarından haberi olsa, yine anlamak için kırk
takla atarak doğal kabul ettiğimiz bir şekilde, “kendisine
ihanet ettiğini düşünüp belki de erkeklik gururunun bütün
incinmişliğiyle onu gözden çıkaracak, boynunun vurulmasını
isteyecekti.”
Alışık olduğumuz bir hassasiyet dengesizliği! Bir
erkeğin/güçlünün
gururu konusunda altın tartar gibi hassaslaşan terazi,
kadının/ezilenin gururu söz konusu olunca odun tartan bir kantara
dönüşüyor. Tuhaf bir güçlü olanla, iktidar sahibiyle empati
kurma refleksi. Ve hemen biçimi gözden çıkaran, niyete odaklanan
bir anlayış: Yaptım, ama hele bi' sor, niye yaptım!
Pala, genç
nesle Divan edebiyatını sevdiren yazar olarak da tanınıyor. Divan
edebiyatı kadar biçimin önemli olduğu bir alanda Pala'nın bu
türü sevdirmek için kullandığı yegane yöntemse lise edebiyat
öğretmenlerimizle aynı: Anlayabileceği dile çevir, sevecektir.
Sorun yine aynı; sevmiyoruz çünkü anlamamışız. Her bölümün
başında birkaç mısra paylaşıp altına da bugünkü Türkçeye
çevirmek dışında hiçbir katkıda bulunmadığı açıklamalarını
koyuyor. Bu fanatik içerikçiliği romanında da koruyor tabii.
Dönüp dönüp aynı konuları işlerken ulaştığı doruk biçimsel
yetkinlik olan Divan edebiyatını sevdirmek için romanlar yazıyor
ama dönüp dönüp aynı konuları işlemek dışında bir
benzerliği yok onunla. Biçimle hiç ilgilenmiyor Pala. Ne dilsel
tutarlılık ne ritim. Bir yandan Farsça kelimeler kullanıyor, bir
yandan “yeniden formatlamak” gibi hem yanlış, hem yersiz
deyişler. Romanın merkezi olan Leyla İle Mecnun eserini, adını
yazmaya üşenmiş gibi, L&M diye anıyor. Divan edebiyatını
tanıtmak için yazılmış bir romanda insan onun katı biçimsel
yetkinliğini arıyor, ama boşuna. Geldiği gibi yazılıvermiş
gibi duruyor romanlar.
Tarihi
romanların temel işlevi geçmişi anlatmaktan çok bugünü
biçimlemektir. Pala'yı yazdıklarının gerçeğe uygun olup
olmadığı noktasından eleştirmek anlamsız olacaktır bu
bağlamda. Tüm diğer tarihi romanlar gibi onunkiler de bugüne ne
yapmak istediğiyle eleştirilebilir ancak. Pala'nın söylemek
istediği ise iktidarın kıymetli hassasiyetlerine itaatin ne kutlu
bir görev olduğu.
Pala, aşkı
ya da Divan edebiyatını değil, efendinin yüceliğini ve
köleliğin “mutluluğunu” anlatan yazardır sonuç olarak.
Vasat bir yazar olarak içeriğe yüklenir ve popüler bir yazar
olarak malumat aktarmaya ve aşkı anlatmaya bayılır. Tehlike
şurada ki, postmodernizmin hakikatsizlik evreninden geçmiş çağımız
insanları tekrar Hakikat'in imkanına inanmaya başladığında
dönüp bu vasat vaazcılara çarpmaktadır.
Pelin TEMUR, Ekim 2013
Bu yazı Birgün Kitap Eki'nin 133. sayısında, "Edebiyat ve Muhafazakarlık" dosyasında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder