Güneşli, ılık, ilkyaz koktu kokacak bir kış günüyle, onun dört gün ardından gelecek tipili, kürtünlerin iki üç karışı bulduğu bir kış günü arasındaki ikircik... Masalımı bu günlerden hangisine yerleştireceğimi düşünüyorum.
Düşündüğüm bir şey daha var:
Sevmenin simgesel olarak da, gerçek olarak da yemekten başka bir anlama gelmediği...
Deniz, ya güneşin altında aynalaşacak, ya da kurşun-zeytin renkleri karışımı yüzünün sivri, keskin dalgalan, günün tümünü bir akşam saatine indirgeyen kar dumanı ardından, görünüp görünüp yitecek.
Önce deniz var çünkü. İçinde orfinozu, yüzünde balıkçıyı taşıyan. Sayısız parmaklı olduğu için, orfinozu da, balıkçıyı da, istediği yere sürükleyen, balıkla balıkçıyı ayrı ayrı yeden, kimi zaman birine, kimi zaman da öbürüne yüz verir gözüken.
Sonra orfinoz var; denizle balıkçı arasında geçit, köprü; balıkçıyı, olsa olsa düşman bilen. ikisini de taşıyan denizin kendisini kullanacağından habersiz. Balık. Hava güneşliyse, yavruluğuna bakmadan balıkçıya terler döktürecek; karlıysa, kulağına kaçacak kar suyuyla, baygın, suyun yüzüne vuracak balık.
En sonra da balıkçı var. Denizdeki kırgınla denizin vurgunundan başka şey bilmeyen; sevgiyi, olsa olsa, bir balıkta tanıyabilecek kişioğlu...
Tutalım ki güneşli havadan başladık. (Birçok okurun hoşuna gitmeği de düşünmüş olabiliriz bu arada... )
Balıkçı denize çıktığında, diyebiliriz örneğin, sular, neredeyse kırışıksız, ince ince akıyordu kıyı ile karşı adalar arasından... Deniz, çoğu zaman, balıkçıyı kollar, kayırırdı. Balıkçı ise işinin rastgittiği bu zamanlan denizden değil, kendi bahtının açıklığından bilir, usta denizci olmasına verir, övünürdü. Deniz, kişioğlunun kimi şeyi anlamamakta gösterdiği direnimi bilirdi, kendisine göre alıklık olan şeyin kişioğlunda neredeyse zeyreklik sayıldığını bilirdi. Bilenler, susar.
Durum bu olsun... Ardından da şöyle bir şeyler diyelim:
Deniz bu balıkçıyı severdi. İnsanlar arasında "umutsuz aşk" diye yanlış mı yanlış bir adla bilinegelen sevgilerdendi bu. Deniz gibi bir ölçüsüz büyüklüğün sevgisi insan usuna sığmadığı için de balıkçı, elinden gelebilecek tek şeyi yapardı: Denizi karşısında görmek, onu ekmek kapısı (günü gelince de ölüm döşeği) diye düşünmekle yetinirdi. Kimi durum dışarıdan bakanlar için apaçıktır. Herkes, o durumda olanlara akıl vermeğe, akıl öğretmeğe kalkışır, o durumdaki kişilerin işledikleri alıklıklara bakıp yerinir. Bir unutulan vardır: O durumdaki kişinin işi dışardan, karşıdan değil, içinden gördüğü...
Hem bilmez miyiz? Sevgi adına sevgilinin öldürülebileceğini düşünememesi bir yana, böyle bir şey yapıldığını işitmeye görsün ilenç üstüne ilenç yağdıran sayısız kişi vardır; sonra bir gün gelir, aşk yüzünden cinayet işleyebileceğini, gönlünde işlemiş bile bulunduğunu iliklerine dek duyar bunlar, kimi zaman işlerler de bu cinayeti. İlenç yağdırmak sırası başkalarındadır şimdi...
Kıyı ile karşı adalar arasından ince ince akan deniz, balıkçıyı sürükleyecek sürükleyecek, yolunu şaşırmış bir orfinoz yavrusunun açgözlülükle dolandığı yere getirip bırakacak diye düşünelim şimdi. Atılan zokayı güçlük çıkarmadan yutacak, sonra da bütün gücüyle misinaya asılıp balıkçıyı terletecek olan orfinoz bir süre sonra yenilecek, sandala alınırken de balıkçının kolunu
Balıkçı, orfinozu -şimdiye dek gördüklerine tuttuklarına hiç benzemeyen, hiç bilmediği bu balığı- ele getiresiye epey yorulmuş, uğraşmış olacak... Bundan sonra olup bitecekler bir bakıma, bu emeğinin, bu çabasının karşılığı sayılabilecek...
Tipili bir güne rastlatırsak bu olanı, olacağı, denizin gerek kişioglunu gerek balığı yormaktaki katkısı bir parça artacak. Kişioğlu, genellikle, bir şeyi güç durumlarda kalarak elde etmekten hoşlanır. Bileğinin gücüyle kopardığına, kafasının işleyişiyle elde ettigine inanır, güçlüklerle boğuştuktan sonra ele geçirdiğini. Daha ince merakları olan kişioğulları da vardır: Kolaya yüz vermeyen ama aradıklarının, istediklerinin ardından koşuyormuş görünmekten hoşlanmadıklan için en güç durumlarda bile aldırışsız adam kılığına bürünüverirler, avlarının -avları saydıklarının, ardından koştuklarının- durmasını, kaçmaktan vazgeçip kendilerine yanaşmasını beklerler. O zaman duyduklan haz daha da büyüktür. Avın bu kerte alığı olur mu? demeyin. Çok olur.
Denız, kendıne kurşun rengi ile zeytin rengi arasında bir renk seçerek, kimi zaman tipileşen kimi zaman da durgunlaşan bır kar yagışı altında çalkanıp duracak. Birkaç saat sonra da, kırgın başlayacak. Kıyılar kıyıya çekilmiş sandallar yavaş yavaş karla örtülecek. Git gıde soğuyan yüzey suları damar damar oluk oluk akaklar bularak balık corumlarının çekildiği kuytulara sızacak. Yavaş yavaş uyuşan balıklar, kendilerini yitirecek sonra, yarı ölü yarı baygın su yüzüne doğru yükselmeğe, yüze varınca da sırt üstü, yana yatmış, sürüklenmeğe başlayacak akıntıya uyup. Kıyıya vuracak daha da sonra bu balıklar, güçlükten hoşlandıklannı söyleseler bile kolay avlan kaçırmayanların kepçelerine, kovalarına dolup kalmak üzere...
At sıçradı, ileri atıldı. Şahinler, kargılar, gürzler geride kaldı. Bey, karacanın (parsın, dağ keçisinin) ardından kayalığa doğru uçtu.
Kırgın uzakta daha; birkaç saat ötede. amnoz -ne orfoz, ne orkinoz olan balık; balıkçının her attığı oltayla gelmesini umduğu ama bugüne dek bir kez bile oltasına takılmamış, hiç bilmediği, yaşamı boyunca görmediği, işitmediği balık- olsa olsa, yolunu şaşırmış, genç, toy, tor, torlak bir yaratık. Kırgınmış, karmış, baygınlıkmış bilmiyor daha. Bilmemesi de gerekir.
Gerekir ki, sandala çekilirken balıkçının kolunu
Ancak, şöyle de olabilir: İki hava bir araya gelebilir. Deniz balkımaz, hava bozdur, sabahtan yağan kar durmuş, güneş soğuk soğuk sızıyordur bozluk katmanları arasından. "Kar topluyor" diyelim şuna. Ne ki, güneşin bu kadarcığı bile bir ılıklık saçar insanlann üşümüş gönüllerine, soğukla her şeyin ölmesi gerekmediği yollu bir avuntu salar yedi kat derinlere çekilmiş ince damarlara; bu ılıklığın geçip gidiciliği, karın, kırgının birazdan başlayacağı bilinse de...
Balıkçı misinaya asılıyor, eli kan içinde artık. Balığın güzelliğini seziyor. Gönlünde bir şeyler oynuyor.
At,
masal atı değil. Parçalanmış yatıyor yerde. Bey gürzüne dayanıp
bakıyor. Parsın kafası kanlar içinde. Bey bu parsı sevemezdi ki...
Sevmiş olamazdı hiç...
Bu kocaman, bu güzelim balık, bu zokayı yutmuşsa, damağını kaşıtmak istediğinden değildi herhalde. Sandala çekilirken ağzı açılıyor, "incitmeden, yırtmadan al" der gibi zokanın saplandığı yeri gösteriyordu sanki. Balıkçı hiç yapılmayacak bir şey yaptı, sağ koluyla balığı sararak kendine çeker, kucaklarken, sol elini zokayı dikkatle çıkarmak üzere balığın açık ağzına soktu. Ağız kapanıverdi. Zokanın, elinin üzerinden bileğine, koluna doğru kaydığını duydu balıkçı. Elini çekemiyor, kolu ağır ağır balığın ağzında yitiyordu. Acı duymuyordu. Isırılmıyor, koparılmıyordu; yutuluyordu yalnız. Dirseğine yakın bir yerde durdu balık. İri gözüyle bakıyordu kendisine, çırpınmadan, çarpınmadan; koluna asılıydı, o kadar.
Balıkçı biraz toparlanabildi neden sonra Balığı önce yavaşça çekmek istedi; yerinden oynatamadı. Biraz daha sert davranınca, dikenler, düğmeler belirdi yalız derinin irkilişiyle; sağ eli yüz yerinden çizildi, kan sızmağa başladı inceden. Çenelerini açmağa çalıştı balığın. O zaman, dişlerin etine saplandığını duydu. Vazgeçti. Düşünmek gerekiyordu. Bir şeyler yaparken, bir yandan da düşünmek. Tek koluyla kürek çekmeğe başladı. Bunun bir işe yaramayacağını bile bile. Akıntıya girdiğini farketti az sonra, küreği kaldırdı, denizin keyfine bıraktı kendini.
Uzaklarda, derinlerde, birileri kendisiyle eğleniyor, kendisine gülüyor gibiydi.
Denizin karanlığında bir balık; toprağın karanlığında bir yılan. Ölüler ülkesinin iki ulağı.
Göğün aydınlığında yiten bir kuş. Martı mı? Belki. Ağmış ruhlar dünyasının ulağı o. Ne salık getirir bize? Tepesinde süzüldüğü balıkçıya?
Bir tepeciğin ardından sarıklı, külahlı adamlar, gözetler gibi bakıyor beye.
Bir ağacın dibinde bir yılan çöreklenmiş yatıyor. Biraz ötede, aynı yılan olacak, sağılmış akıyor deliğine doğru. Beyin parsı öldürdüğünü mü muştulayacak? Yoksa beyin ölümünün yakınlığını mı?
Alt köşede bir su akıyor inceden; içinde, süzülen bir balık.
Tepeciğin ardından bir ok
uçuyor beye doğru. Yukarıda, iki dal arasında bir kuş, kanatları gerili;
yaldızlı bir boşluğa doğru fırladı fırlayacak.
Balıkçı, bundan böyle, bu balığı taşımak zorunda. Balığa çıkamaz artık, kürek çekemez, el içinde dolaşamaz. Balığa kıyamıyor. Hem nasıl kıyar, ne ile kıyar?
Bir şeyler anımsıyor, belli belirsiz kıpırtılar içinde uyuklayan bir geçmişten...
Bir çocuk var, kumla boyunca koşan. Elinde bir yılan, ensesinden tutup götürdüğü. Yılan çırpınmıyor, çocuğun cezasını vermekle yetiniyor: Bütün gövdesini kamçı gibi savurarak çocuğun kolunu, bileğini, elini kan içinde bırakmış. Çocuk, bir beş yüz adım ötede ağabeyinin yanına varıp yılanı gösteriyor, yavaşça boynunu son bir kez sıkıyor, salıveriyor. Yılan süzülüyor, yıldırayıp gözden yitiyor sonra. Çocuğa hiçbir şey yapmadan. Cezasını çoktan vermiş. Çocuğun yüzündeki gülümseme bir an bile sönmüyor. "Nerede buldun?" "Kumların içinde." "Nasıl yakaladın?" "Bir tutuşta, ensesinden." Epey sonra, neredeyse içinden söyler gibi "Biz dost olduk şimdi," diyor.
Böyle bir şey anımsıyor. Geçmişin belli belirsiz bir kıpırtı içindeki durgun sularının karanlığında.
"Biz dost olduk şimdi," diye yineliyor. Sesini kulağından çok gırtlağında duyarak. Kafasına bir şey yerleştirmeğe çalışır gibi. "Biz dost olduk şimdi." Balık bir şey yapmadan bakıyor ona, yüzüne çevrili kocaman tek gözüyle. Balık sudan çıkalı kaç saat oldu. Herhangi bir kara hayvanından ayırt edilmesi güç; neredeyse soluk alıp veriyor denecek, ya da, soluk alıp verdiği, gözle görülebilecek.
Balık mı tutsak, balıkçı mı? Bir gizli savaşta ikisi de biribirine tutsak düşmüş denebilir.
"Biz dost olduk şimdi." Balık, dosttan da öte bir şey olmak istiyor, besbelli. Saatler geçtikçe, aralarındaki, bir sevi olacak, bir tutkuya dönüşecek; oluyor, dönüşüyor...
Oklar uçup uçup geliyor, Ulu Ağacın dibine düşüp ota dönüşüyor. Ulu Ağaç çevresindeki otlar havadan yağmur gibi yağan okların, ya da, ok gibi yağan yağmurların ürünü. Atların içinde bir yılan dalgalanır, hem erkek hem dişi.
Ulu Ağaç, Acun Ağacı, ortadireğidir evrenin. Krallar, altında durur bu ağacın, bakraçlarındaki kutsal sularla dibini sularlar. Aslanları, parsları, kollarıyla böğürleri arasında, suyunu çıkarırcasına sıkar, tek elleriyle boğazlarının son soluğunu keserler; kimi zaman çenelerinden, kimi zaman da art ayaklarından tuttukları gibi ikiye ayırırlar canavarları, bacaklarına sarılan yılanı ensesinden tutup boğarlar. Dünya onlarındır, güçlerini Ağaçtan alırlar. Sevgi nedir bilmediklerinden, hayvanlann Ulu Anasını kızdırırlar ama, sızıp yeraltına ulaşacak suları Ağacın dibine dökerken, karıyı kocasının yanına gönderirler, ayrı kalmışlan kavuştururlar. Ağacın dibinde durmakla, tepelerindeki gökyüzünü, gövdelerindeki yeryüzünü, ayaklarını taşıyan yersualtını bir araya getiren, evreni bir arada tutan onlardır sanki. Gövdeleri Ağaçla bir olduğu gibi, başları kuşlara, ayaklan balıklara karışır.
Balıkçı bir başka uykunun düşlerindedir şimdi. Kolunda herhangi bir ağırlık duymuyor artık. Balık, nasılsa, yolunu bulmuş, kolunu bırakıp ayaklarından başlayarak gövdesinin tümünü yutmuş sanki. Balıkçının başı dışarıda mı yoksa balığın başıyla bir mi olmuş, belli değil.
Balığın içinde, balıkla birlikte -odasından mı, sandaldan mı, orası da belli değil- soğuk suların karanlığına doğru iniyorlar. Gece oluyor. Artık kar da yağmıyor, bir ara gönül avutmuş güneş de sönmüş. Tükenmez bir dişiliğin, tükenmez bir erkekliğin daha içine, daha dibine doğru yol alıyorlar.
Kırgın başlayıp uyuşmuş balıklar soğuk yüzeye doğru ölümcül yolculukları içinde yavaş yavaş ağarken, onlar, iç içeliklerinde, renklerin, garip bir ışıltıda ağır ağır devinen eski yeni ölülerin, geçmişlerden arta kalmış kentlerin arasına dalıyorlar. Balıkçı renkten, ışıltıdan, yosunlaşmış ölülerle kayalaşmış yapı taşlarından korkmuyor; yeşilin her çeşidinin şenliğine çoktan hazır gibi. Yeter ki diyor, yeter ki diye düşünüyor orfinozun da bunu anlayacağını umarak, bilerek, yeter ki diye diyor-düşünüyor, ölümün sultanıyla yüz yüze gelmeyeyim. Ona hazır değilim.
Ama balık böyle bir şey anlamıyor, bilmiyor sanki. Yara vara vardıklan bir kayanın dibine kuyruğuyla şöyle bir dokunuyor. Kaya ortasından çatlamağa başlıyor. Balıkçı bilir ki, ancak bir balıkla, bir yılanla dostluk kurmuş, bir martıyla konuşmuş adamlar, kısacık bir süre açık kalacak bu çatlaktan içeri girebilir, ölümün ayağına yüz sürebilir. Karanlıklar Sultanının yeryüzüne çıkıp gezmesini biraz geciktirebilir. Bu çatlaktan içeri girmekte çabuk davranılmazsa kaya gene kapanır, bir daha açılmaz. Kişioğlunun umudu bir daha canlanmamasıya söner gider.
Balıkçı "hazır değilim," diyor bir daha. Bu karşılaşmanın sonucu her zaman belirsizdir, insanoğlu buradan bir şeyler elde ederek, bir şeyler öğrenerek çıkabilir, yeryüzüne dönebilir; hiç çıkmayabilir, dönmeyebilir de...
"Hazır değilim," diyor balıkçı; kapanıveren çatlağın kıstırdığı yüzgecini yırtarak kurtuluyor. Canının acısı içinde, kolundaki ağırlığı yeniden duyarak, zokanın dayandığı yerde etinin yırtıldığını bilerek uyanıyor. Koluna asılı balığın yüzgeci yırtılmış, kanamakta. Gözünde bir damla yaş titrer gibi.
Sandal hala akıntıya kapılmış gitmektedir belki de, uzakta, yukarıda... Suyun içinde bir kan izi, bir gözyaşı yolu bırakarak kırgın balıklar gibi ağmağa başlıyorlar balıkla balıkçı. Sonra "vurgun" diyor içinden balıkçı, "vurgun yedim, bilmeliydim öyle olacağını," diye düşünüyor -ya da, düşünmeğe vakit bulabiliyor- belki... Kendisini vuranın deniz olduğunu hiç usuna getirmeden.
Bir zamanlar, dost olduklarını düşündüğü yılanla eşitlik içinde birkaç dakika geçirmişlerdi. O yılanı tutsak etmişti ama yılan da cezasını vermişti bu tutsaklığın. Buna karşılık kendi, gücünü göstermeğe kalkıp yılana herhangi bir şey yapmadığı gibi yılan da, ona dokunmamıştı salıverilince. Balıksa, dostluktan öteye geçmek istediği için sürekli olarak tırmanıyor, kolunu azar azar yutuyor, omuzuna yaklaşıyor; yuttukça da büyüyor, ağırlaşıyordu.
Balık ağırlaştıkça, bu yükü sevdiğini anlıyordu balıkçı; ağırlığın arttığını duydukça, gönlünde, onu yeğnileştirebiliyordu. Soğuğu duydukça, içinden kaynayan, üreyen bir ısıyla, kendini de balığı da ısıtabiliyordu. Yavaş yavaş balığın dilinden anlamağa başladığını sezdi. Kim bilir, belki de balıktı balıkçının dilinden anlamağa başlayan. Uzun sözün kısası, yavaş yavaş, anlamağa başlıyorilardı biribirilerini.
Balık "uyu gene," diyordu ona. "Hazır değilim dediğin için giremedik karanlığın içine; ölümden korktun. Oysa ölümle bir araya gelmeden, acılar çekip parça parça olmadan, gönlün tazelenmez, yeniden doğamazsın."
"Seninle her yere giderim," diyordu balıkçı. "Ama hazır değilsem bir şeye, seninle bile gitsem, neye yarar?" Ne ki, kendi gönlü bile kanmıyordu, balığa bu söylediklerine.
Çocuk ilk avını getirip büyüklerinin önüne bırakıyor. Gözleri yerde, bekliyor. Oymak dedesi hayvanı yarıyor, kanından alıp çocuğun dokuz yerine sürüyor, usta elleriyle sağ bacağın en güzel kemiğini sıyınp çocuğun eline veriyor, "bundan böyle herkes seni şimdi vereceğim adla anacak," diyor. "Adın... " O sırada gök gürlüyor uzun uzun. Çocuk adsız kalıyor.
Balıkçı, hanidir, suyun içinde mi dışında mı, yüzünde mi dibinde mi, bilemez olmuş. Bir ad arıyor; belki kendine, belki balığa, belki de ikisinin oluşturduğu yeni yaratığa. Aynalar var sanki çevresinde, durmadan çoğalan; bakıyor, görüyor, baktıkça daha çoğunu görüyor; eşini bugüne dek görmediği bir, yüz, bin yaratık görüyor: Bir kolu balık bir adam, ağzından insan başı bitivermiş bir balık, bacakları arasından boğazına dek bir balığın uzandığı bir adam, bir insanla çiftleşmiş bir balık, bir balıkla tekleşmiş bir adam, kendi kendiyle çiftleşen bir balık, kendi kendiyle çiftleşen bir adam... Sonu yok bunun. Biri yüzü bini binlercesi, çevresinde çılgınca hazlar içinde çırpınıp gerinen titreyip uzayan büzülüp genleşen yaratıklar; bir yaratık, bir esrikliğin çoğaltıp durduğu tek bir haz'yaratığı. Sonu yok...
Hem balıkların çiftleşmesi, ancak, insanların oyun olsun diye yaptıkları resimlerde görülür.
Aradığı adı birileri, uzaktan, fısıldar gibi; ama balıkçı işitemiyor bu fısıldanan adı, bir şeye benzetemiyor.
Ortalık aydınlanıyor ara sıra. Gün doğup batıyor belki; belki bulutlar aralanıyor. Bildiği tek şey, bu aydınlanmaların sıklaştığı, bu aydınlığın gitgide arttığı.
Düşünmeğe çalışıyor: Ava çıktım, avımla iç içe geçmiş durumda döndüm. Saçmaladığını biliyor. Avım değil ki, diyor; ne ben bunun ardına düştüm, ne bu benim karşımda sıkıştı kaldı; bir rastlantıydı buluşmamız. İç içe geçmiş bile değiliz; o ne isterse, nasıl isterse, öyle oluyoruz, o duruma geçiyoruz... Hem döndüm sayılır mı? Nereye, kime, ne zaman dönmüşüm ki? Bir garip yolda, bir tuhaf yolculuktayım. Ama onunla -orfinozla, balıkla, kendini bana yakalatıp ardından beni yutanla- birlikte yaşamak zorunda kaldığım doğru. Niye öyle diyorum sanki? Hoşuma gitmiyor mu? Birlikteyim demekle yetinmeli. Tek kesinlik bu. Ardı yok.
Düşünmekten vazgeçiyor balıkçı, çünkü şimdi güne doğru ağıyorlar.
Işık yok, ışıltı, balkıma yok. Un gibi bir aydınlık içindeler sanki. Yeryüzünden çoktan kopmuş gibi. "İkimiz de ölmüş olmalıyız," diyor balıkçı, ya da kendini hala balıkçı sanan bir düşünce; "balığın ağırlığı üstümden kalkmadı; oysa uçar gibiyiz... "
Öldüler, parçalandılar; yürekleri, dalakları, bağırsakları yenilendi belki, belki yeniden doğdular...
Ölüler her şeyi bilir; öğrenmenin yolu da ölmektir. Ölüp
yok olan, ölülere karışan, yerin, suyun altına inip onlardan salık
alan, gökyüzüne, onun da ötesine çıkıp ışığı, aydınlığı, bilgeliği
oradan, çiçek derer gibi, yanına alıp gövdesinin dağılmış parçalarını
yeniden bir araya getirerek, tazelenip yeniden doğmuş gibi yeryüzüne
dönerek insan arasına karışandır ki bilinecek her şeyi bilir.
Öldüm, dirileceğim, her şeyi bilir olacağım, diyor balıkçı, Balığın dişleri omuzuna saplanıyor. Onu unutmaması gerek. Gurura hele, hiç kapılmaması gerek.
Bir martı yayılıyor üzerlerinde, bir ağacın tacı gibi. Kendi o ağacın gövdesi. Balık -omuzundan, üzerinden bir an bile kopmadığı halde- aşağıda, uzakta, yeryüzü, suyüzü gibi yayılıyor. Gökyüzü, yeryüzü, sualtı bir araya gelmiş gibi, bu Ulu Ağaçta. Evrenin tümü olmuşlar sanki. Balıkçı biliyor ki balık kendisine yapışık; aşağıda yayılır gördüğü ise denizdir. Bu ana dek denizi görmüyor, her şeyi balık aracılığıyla düşünüyordu. Şimdi, ansızın...
Sonra uzaktan -ne zamandır belli belirsiz yaklaşarak artan ama gene de uzaktan- gelen bir uğultu, kulaklarının dibinde patlar gibi oldu. Martı ile birlikte göz karartıcı bir hız içinde düşerlerken denizin yayılıp sayısız parmaklarını uzattığını gördü, balığın bütün gücüyle kendisine yapıştığını duydu. Sonra ortalık iyice karardı.
Öldüm, dirileceğim, her şeyi bilir olacağım, diyor balıkçı, Balığın dişleri omuzuna saplanıyor. Onu unutmaması gerek. Gurura hele, hiç kapılmaması gerek.
Bir martı yayılıyor üzerlerinde, bir ağacın tacı gibi. Kendi o ağacın gövdesi. Balık -omuzundan, üzerinden bir an bile kopmadığı halde- aşağıda, uzakta, yeryüzü, suyüzü gibi yayılıyor. Gökyüzü, yeryüzü, sualtı bir araya gelmiş gibi, bu Ulu Ağaçta. Evrenin tümü olmuşlar sanki. Balıkçı biliyor ki balık kendisine yapışık; aşağıda yayılır gördüğü ise denizdir. Bu ana dek denizi görmüyor, her şeyi balık aracılığıyla düşünüyordu. Şimdi, ansızın...
Sonra uzaktan -ne zamandır belli belirsiz yaklaşarak artan ama gene de uzaktan- gelen bir uğultu, kulaklarının dibinde patlar gibi oldu. Martı ile birlikte göz karartıcı bir hız içinde düşerlerken denizin yayılıp sayısız parmaklarını uzattığını gördü, balığın bütün gücüyle kendisine yapıştığını duydu. Sonra ortalık iyice karardı.
Bey, karacanın
ardından uçuyordu mahmuzlayıp durduğu
Tekboynuz,
kızoğlan kızlara düşkün. Koşar, koşar, onların
atın sırtında. At, kanatlarını
germiş, gölgesini karacanın üzerine
kucağına atar kendini,
yatar: Herkesin bildiği bir şey bu. Tek-
değdirdi değdirecek. Karaca birden
taş gibi durdu kaldı. Dünya-
boynuzu yakalayıp yiğitlik
göstermenin tek yolu da, güzel bir
lar çarpıştı delice hızları içinde. Boynu
kınlıp yüzü gözü kan
delikanlının kız gibi giydirilip
kıra salınmasıdır. Delikanlı kırıta
içinde kalan Beyi gözyaşlarıyla diriltmeğe çalışan
uzun saçlı,
kırıta önden yürür;
tekboynuz onu görür görmez koşar gelir,
uzun parmaklı; güzeller güzeli delikanlının yok oluvermiş bir
kucağına atılır, koynuna girer
delikanlının. O zaman kat kat giy-
karacanın yerinde durmakta olduğunu kim anlayabilir, kim bile-
siler altına gizlenmiş mızraklar ortaya
çıkar, tekboynuzun böğ-
bilir
bundan böyle?
rü delik deşik olur.
rü delik deşik olur.
Kişioğlu, silik
anısı belleğinin bir köşesinde sıkışıp kalmış uçmağa yeniden ulaşmak
için can atar. Ama kaç kişi -bir parçacık da olsa, eksik güdük de olsa-
bunu başarabilir? Eskiden, çok eskiden olur, olabilirdi belki o iş. Her
şey bitip tükendikten sonra her şeyin yeniden başlayabileceğine, biten
bir yılın ardından yeni bir yıl geldiği gibi o uçmağa dönülebileceğine
inanmak güç artık. Bir daha, bir daha ölüp, bir daha, bir daha, bir daha dirilebileceğine inanamıyor insan.
Akıp gitmenin çizgisi üzerinde, örneğin bir kolunuzu yutmuş bir balığı el içinde taşımakla bilgeliğinizi gösterdiğinizin kaç kişi farkındadır? Başta, kolu yutulmuş kişi, bunu bilgeliğine değil, sevdasının çaresizliğine verir; karşı konmaz bir yıkımın kurbanı olmağı seçmek türünden bir katlanış acılığından kendine bir büyüklenme payı çıkarmağa bakar.
Balıkçı, şu anda arkadaşlarının arasında, kahvede oturur görüyor kendini. Çevresini almışlar, üzüntüleri yüzlerinden okunuyor. Balığı görmedikleri besbelli, ama balığın içindeki kolunu da görmüyorlar. Günlerdir nerede olduğunu soruyorlar, kazaya uğradın diye merak ettik, diyorlar. Hiçbiri, kolun nasıl koptu, diye soramıyor. Hakları da yok değil ya... Bir kolu koparsa, kesilirse, birkaç günde iyileşmez insan. Sonra, kazaya uğramış olsa duyulur, hastaneye yatmış olsa bilinirdi. Balıkçının ağzından tek söz çıkmıyor. Yalnız, balığın görünmemesine üzülüyor. Gene de, ne yalan söylemeli, kolu mu yutmuş koca balığı nasıl görmezsiniz diye bağırmak istediği halde, cesaret edemiyor, bu konuyu açmağı gözü yemiyor. Herkesin görmesini istediği bu seviyi görmeyenlere gördürmek, böylesine bir yiğitlik gösterisi, böylesine bir yürek pekliği mi gerektirmeliydi? Kendinden tiksinip evine dönüyor. Şimdi de evinde görüyor kendini. Sanki balıkla birlikte denizin dibine inen o değil, balıkla birlikte uçar gibi olan o değil. Balık yalnız kolunu yutmuş değil şu anda; her yanını sarar gibi.
Akıp gitmenin çizgisi üzerinde, örneğin bir kolunuzu yutmuş bir balığı el içinde taşımakla bilgeliğinizi gösterdiğinizin kaç kişi farkındadır? Başta, kolu yutulmuş kişi, bunu bilgeliğine değil, sevdasının çaresizliğine verir; karşı konmaz bir yıkımın kurbanı olmağı seçmek türünden bir katlanış acılığından kendine bir büyüklenme payı çıkarmağa bakar.
Balıkçı, şu anda arkadaşlarının arasında, kahvede oturur görüyor kendini. Çevresini almışlar, üzüntüleri yüzlerinden okunuyor. Balığı görmedikleri besbelli, ama balığın içindeki kolunu da görmüyorlar. Günlerdir nerede olduğunu soruyorlar, kazaya uğradın diye merak ettik, diyorlar. Hiçbiri, kolun nasıl koptu, diye soramıyor. Hakları da yok değil ya... Bir kolu koparsa, kesilirse, birkaç günde iyileşmez insan. Sonra, kazaya uğramış olsa duyulur, hastaneye yatmış olsa bilinirdi. Balıkçının ağzından tek söz çıkmıyor. Yalnız, balığın görünmemesine üzülüyor. Gene de, ne yalan söylemeli, kolu mu yutmuş koca balığı nasıl görmezsiniz diye bağırmak istediği halde, cesaret edemiyor, bu konuyu açmağı gözü yemiyor. Herkesin görmesini istediği bu seviyi görmeyenlere gördürmek, böylesine bir yiğitlik gösterisi, böylesine bir yürek pekliği mi gerektirmeliydi? Kendinden tiksinip evine dönüyor. Şimdi de evinde görüyor kendini. Sanki balıkla birlikte denizin dibine inen o değil, balıkla birlikte uçar gibi olan o değil. Balık yalnız kolunu yutmuş değil şu anda; her yanını sarar gibi.
Seni
görmediler, göremediler diyor, pesten pes bir sesle; seni görmelerini
sağlamak için ne yapmalıydım ki? Söylemek, anlatmak ... Deli derlerdi,
görmezlerdi. Dokundurmak... Görmedikleri bir kolun yerinde bir balığa
mı dokunurlardı? Ya da... Ne bileyim, göze alamadım işte. Belki de sensiz edemediği mi anlıyorum, biliyorum; ondan korktum belki; seni benden ayırırlar diye korktum... Durdu. ilk olarak böyle şeyler düşünebiliyor, söylüyordu. Sevi, ilk olarak, bu sözlerin kılığına giriyordu ağzından çıkarken. Seninle her yere giderim artık, oraya, denizin dibindeki ölüme bile... Hazırım, şimdi hazırım, ölümün bile yanına varabiliriz...
Kendini sandalında görüyor ansızın balıkçı. Kurşun
rengi, ışıksız, karardı kararacak bir gökyüzü altında. Sandal akıp
gidiyor hala. Kolundaki ağırlığın yeğnileşmesini önce gönlünün gücüne
bağlıyor ama biraz sonra anlıyor ki balık küçülüp kurumakta, etleri yarılıp kokmağa başlamakta. Dişleri hala omuzunda ama balık hızla bir gelmiçe dönüşüyor. Çıldıracak gibi oluyor balıkçı; çıldırmamışsa daha. Anlamıyor, anlamak istemiyor. Balık eriyip parça parça döküldükçe
kolunun kemiği çıkıyor ortaya, kendi etini de götürüyor balık. Kendi
kemikleri dökülüyor balığınkilerin ardından. Balığın başından arta
kalanla birlikte kol kemiği omuzundan koptuğunda balıkçı ne yapacağına
karar vermiştir artık. Sandal mı, kıyıya vuracak gibi çeviriyor, sonra
kendini suya bırakıyor. Adımız Seviydi diye düşünüyor, ama bulamadım bu adı, seçemedim vaktinde.
Gürültüye kulak verdim gereksiz yere, gürültünün gizlediğini işitmeğe
çalışmalıydım.. Deniz, kendiliğinden gelen balıkçıya kucak açmış. Ölmeyen
sevinin öldürücü olduğunu bilememiş bu zavallıya kim yol gösterecek
şimdi, hazır olduğunu söylediği ölüme kim götürecek onu? Bu iş denize düşüyor. Orfinozun
balıkçıyı güçlü sandığı sürece sevmiş, güçsüzlüğünü -insanlar
karşısındaki neyse de, kendi karşısındaki güçsüzlüğünü- gördüğü anda
parçalanıp dağılmış olduğunu kim anlatacak balıkçıya? Birilerinin
anlatması gerek. Ama denizin işi değil bu. Deniz, her acıyı boğan ölüm
gücünü, her gücün üstünde görür gibidir çünkü; enginliği ölçüsünde,
güçlülüğü -gördüğü yerde- tanır.
Aşağıda, şimdi, ölümün kayası yavaş yavaş aralanmaktadır kendisine doğru süzülüp gelen balıkçıyı karşılamak için. Deniz, analar gibi, sevdiğini, dölyatağında tutup saklayacaktır, bir daha doğurmamak üzere.
Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi, Birinci Masal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder