Bir
hayvanın gözlerinin içine bakmak... Onunla paylaştığın varlık
zeminini ve belki de asla paylaşamayacağın isimsiz bir başka
zemini hissetmek. Ruhun kendi dışında bir yere doğru kabarması
gibi. Ağaçlara, akan suya, taşlara bakarken hissettiğin, içini
coşturan ama asla tam olarak ele geçiremediğin o duygu...
Kenarında dil döndürüp durduğun, karmaşıklıkla basitliğin,
yücelikle pespayeliğin, tapınmayla kayıtsızlığın yan yana
durduğu- durmaya çalıştığı- bir alan. Gözlerini akılla
kapatıp aydınlana aydınlana uzaklaşmaya çalıştığın bir
bilme biçimi. İçe dolan, ele geçiren, hesaba gelmeyen bir
hissediş. Onu sınırlayamayacağını anlayınca bilme biçimini
sınırladığın bir koca bilinç alanı. Birlikte varolmanın
dayanılmaz ağırlığı...
İki
büyük adamın hayvanlara bakışını okuduk üst üste. Önce
Altıkırkbeş Kafka'nın Hayvan Öyküleri'ni derleyip bastı,
arkasından Sel, Canetti'nin kişisel notlarından oluşmuş
Hayvanlar Üzerine kitabını. Kafka hayvan üzerinden insana
bakıyor, insanı anlamak için hayvandan ve hayvanı anlamak için
insandan hareket ediyor. Edebiyatın alanından konuşuyor.
Canetti'nin Hayvanlar Üzerine kitabı ise kişisel notlarla dolu
olduğu için daha doğrudan bir bakış.
“(...)
herkesin kapıldığı o coşku dolu mutluluk anlarından birine
kapılmıştım, henüz gençtim, her şey içime sevinç
dolduruyordu, çevremdeki her şey benim için gerçekleşiyordu
sanki; çevremde büyük olaylar gerçekleşiyordu ve bu olaylar
benim sorumluluğumdaydı sanki, bunları benim öykülemem ve
diğerlerine aktarmam gerekiyordu; sanki ben bu olayların peşinde
koşturup durmasam dayanaklarını yitirip yerlere
serileceklerdi.”(s.79) Bir
köpeğin ağzından böyle diyor Kafka. Ayağımızın tam muhteşem
19. yüzyıldan kesildiği yerden konuşuyor. Aydınlanmanın merkezi
İnsan anlayışını bir köpeğin zihnine devrederek ironik bir
mesafe açıyor onunla bizim aramızda. Edebi
bir gözkapamayla o ihtişamın labirentlerine çağırıyor bizi.
Dünya bizim etrafımızda dönüyor hala, evet, ama anlamını
yitirmiş. Aydınlanmanın ışıklı merkezi olmaktan çıkmış
insan. Her şeyi yutan ve varlığını anlamsızlaştıran bir kara
deliğe dönmüş. Artık insan kendini Özne gibi hissedemez
merkezde. Kendi kendini yutan bu kara deliğin göbeğinde
anlamsızlığın ihtişamına teslim olmuştur bu kez. Davanın
gerekçesinin önemli olmadığını kavramıştır artık.
Sözleşmelerin sağlaması hayatla yapılmaz; diğer sözleşmelerle
yapılır. Bizi sıkıştıran dünya değildir; sözleşmelerimizdir.
Cümle cümle etrafımıza dizdiğimiz yapay dünya. Canetti'nin
Körleşme'de tarif ettiği zihin labirenti yutmuştur kendini bile.
Dünyayla aramıza koyduğumuz karbon kağıdı, dil, yazıla çizile
yırtılmıştır. Artık söz tutmaz.
Kafka'da
insanı anlamak için bir metafora dönüştürülen ve insan
ölçüleriyle kavranan hayvan -elbette incelikle- Canetti'de kendisi
olarak var. Bu yüzden Kafka'da öykü içinde dönüşüp insana
kendini ve dünyayı anlamak için yol gösteren dost-hayvan,
Canetti'de yabancı, görkemli ve kavranamaz halde. Canetti hayvanlar
karşısında hissettiği büyülenmeyi ancak birkaç cümleyle
anlatabilmiş. Duygunun şiddeti nefesini kesmiş sonrası için.
Elbette Kafka edebiyatın alanında. Bu yüzden bu ironik mesafeyi
koruması son derece anlaşılır. Hayvanlar Üzerine ise, bu ironik
mesafeyi ustalıkla kullandığını bildiğimiz Canetti'nin 37
yaşından 89 yaşına kadar aldığı notlardan oluşuyor. Kimi
zaman bir öykü fikrinin parlayıp söndüğünü görüyoruz, kimi
zaman annesinden söz ediyor, kimi zaman öğretmenlerinden ve tabii
her zaman hayvanlardan. Orta yaştan yaşlılığa doğru yürüyen
bir zihin aynı zamanda takip ettiğimiz. Orta yaşın güvenli,
anlamış ve kendi işleyişine hakim zihninden yaşlılığın
merhametli, türsüz ve cinsiyetsiz zihnine doğru. Dünyanın
akıldan taşan kısmını da gören, büyülenmeyi bir duygu,
sezgiyi bir bilme biçimi olarak tanıyan, güzel yaşlanmış bir
zihin Canetti'ninki. “Bir kaplanın ne olduğunu
gerçekten ancak Blake'in şiirinden beri biliyorum.”
diyen, bilmek için dil'e güvenen bir Canetti'den “Hayvanlar
hakkında söylediğim tüm sözlerde kendimi dolandırıcı gibi
hissediyorum. Çünkü onlarla birlikte çok az şey deneyimledim.”
diyen bir Canetti'ye. Bir anlamda da, modernizm kalesinin cümle
duvarlarının katılıktan çatladığı yere doğru yürüyen bir
düşünür.
Buşmanlar'dan
söz ediyor Canetti. Avcı bir topluluk. Bir keseli ceylan ya da
devekuşu yaklaştığında bunu bedeninde hisseden avcılar.
Bacaklarında, göğsünde, yüzünde, dizlerinin arkasında...
Canetti'nin deyişiyle, Buşmanlar'ın “harfleri
bedenlerindedir”. Anlamı bedenin yakalaması. Kendi dilinde
konuşması. Bizim çoktan hor görmeye alıştığımız bir bilme
biçimi. Göğü Delen Adam kitabında şefin dediği gibi, beyaz
adam bedeniyle düşünmeyi unutmuştur. Sadece kafasıyla düşünür.
Hayvanda bizi cezbeden bu olsa gerek. Bedeniyle düşünmesi. Bizse
merkezler tarif edip duruyoruz. Dünyanın merkezi insan, insanın
merkezi beyin, beynin merkezi dil, dilin merkezi sözleşmeler.
Kıçımızın altına yerleştirdiğimiz sözleşme minderlerinin
dikiş yerlerinden gerçek hayat fışkırıp duruyor. İşlemiyor
sözleşmeler. Biz ne yapıyoruz? Yeni cümlelerle onarmaya
çalışıyoruz ha bire. Koca kanun kitapları, sessiz sözleşmeler.
İnatla güvende hissetmek istiyoruz kendimizi. “Kelimeler
olmadan yaşadıkları için mi hayvanlar daha az korkuyor?”(s.32)
“Hayvanlar!
Hayvanlar! Onları nereden tanıyorsun? Olmadığın ve deneme amaçlı
olmayı isteyeceğin her şeyden.” (103) Nefesi
kesiliyor Canetti'nin. Modern insan aklının sınır taşlarından
biri olarak, yüzünü çevirmek zorunda olduğu o alana her
bakışında cümleler kendi yapılarından dökülmek istiyor.
Hissettiği nefessizliğin içinde cümlelerin kendi yapılarında
ısrar edişleri nasıl da acı verici! Çünkü bu dağılışı
dille ifade etmek ne kadar zor!
Bir
hayvanın gözlerinin içine bakmak... Bu bana Yumurta'nın köpek
sahnesini hatırlatıyor hep. Dünyayı ve kendini kontrol altında
tutan, bir matematik denkleminin muhteşem basitliğine erişmek için
bin yıllar devirmiş insan, içinde, çok da tanıyamadığı bir
hayvan gibi kıpırdanan acıyı dizginlemeye çalışırken, ittati
garanti, evcil ve kayıtsız şartsız dost olmak için uzun bir
terbiyeden geçmiş bir hayvanla bile göz göze geldiğinde denklem
çatırdar. Basitliğin muhteşemliği yerini saçılmanın
ihtişamına bırakır. Ve dünya tüm gözeneklerinizden dolup sizi
bir uçurum güzelliğiyle karşılar. Bu sınıra insanı aşk ve
acı götürür genelde. Çünkü bu iki duygu dünyayla aranızdaki
söz'de sözleşmenin çatladığı yerlerdendir. Aşkta doyumsuz bir
şekilde arzu eder, acıdaysa yine doyumsuz bir şekilde kendimizi
hırpalarız. Hani yeterince “akıllı” olursam dünya beni
doyuracaktı? Hani mutluluğum için ürettiğim Frankeştayn – tüm
bu devlet, teknoloji, ekonomi saçmalıkları, tüm bu sözleşmeler
imparatorluğu- beni acıdan ve doyumsuz arzudan koruyacaktı? Artık
anladık ki, kötü pazarlıktı Faust... Üzgünüm...
Yine de
bunda büyüleyici bir şey yok mu? Dünyaya akılla meydan okuma
cesaretinde yani. Yeats, “İlk modernistler, son romantiklerdi.”
demiş. Goethe'yi düşünün. Faust'u. Faust'un ışıltılı
adanmışlığını, görkemli yenilgisini. Kapitalizm daha doğarken
Goethe'nin final sahnesine çağırdığı mezar kazıcı
hayaletleri. Evet, kibir! Ama açık yürekli ve kendini sakınmaz
bir kibir. Belki vardığı acıklı sonu gördüğümüz için biraz
da hoşgörüyle hissettiğimiz bir hayranlık. Hatta belki
yenilginin büyüklüğünün de verdiği bir hayranlık...
Geride
sürekli işleyen imrenme dolu bir dönüşüm fikri var Canetti'de.
1983'te aldığı ruh göçüyle ilgili bir notta bu konudaki
fikirlerini en açık haliyle görüyoruz. İnsanın hayvanlaşması'na
indirgeyemeyeceğimiz bir dönüşüm umudu bu. Çünkü ona göre
“Konuşan bir hayvan insandan fazlası olmazdı.”
Dönüşümle kastettiği daha çok insanın imkanlı ruhunun açığa
çıkarılması. Kendini dünyanın merkezi sanan ve hiç durmadan
yılları sayan İnsan'ın, ilk Aydınlanmacılardan başlayarak
neredeyse tarih dışı bir tutarlılıkla kurulmaya çalışılan
“evrensel insan ruhu/aklı” önermesinin reddedilmesi. “Hakiki
dönüşümün muhteşemliği ve insan için vazgeçilmezliği,
özgürlüğünde yatıyor. (...) Her şeye, yani her yöne dönüşüm
mümkün olduğundan, hangi dönüşümün gerçekten yaşanacağını
öngörmek mümkün değildir. İnsan, yüz farklı yöne açılan
bir yol ayrımında durur ve -en önemlisi- hangisini seçeceğini
asla önceden bilemez.” Bizi
zeminsiz bırakana kadar ucundan tutacağımız ip bu. Olasılığın
gerçekliği anlamsız kılacağı yere kadar zorlayacağımız
düşüncenin tohumu. “Her şey mümkün” özgürlüğünü
“demek ki hiçbir şey mümkün değil” noktasına kadar
zorlayacağımız postmodern uçurumun rüzgarı vuruyor işte
yüzümüze. Eh, nasıl ilk modernistler son romantiklerse, ilk
postmodernistler de son modernistlerdi. Şimdiyse son
postmodernistler olarak yeni bir sentezin eşiğinde duruyoruz. Tez
olarak modernizm, antitez olarak postmodernizm ve şimdi bizi
bekleyen, henüz adı olmayan yeni sentez. Minerva'nın baykuşu bir
kez daha havalandı.
“Çocuklar,
eziyet etmek için, yılanları kireç dolu bir çuvala attıktan
sonra su döküyorlar. Yanma azabı çeken yılanların tıslamasına,
yılanların gülüşü adını
veriyorlar.”(101) Çırpındıkça
kabarttığımız isim dökümlerinin altında, yıllanların
gülüşü gibi şimdi sesimiz.
Hayvanların acısına kayıtsız kalmayı bıraktığımızda kendi
acımıza da yaklaşacağız.
Pelin TEMUR, Mart 2014
Bu yazı Kör Katip sitesinde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder