ANLATILAN
SENİN HİKAYENDİR
Tarih:
1830-1871 arası
Kahramanlar:
Çamaşırcı kadınlar, pansiyon sahipleri, kiracılar,
zanaatkarlar, işçiler, öğrenciler, fahişeler, öğretmenler,
arsa sahipleri, spekülatörler, barikatlarda savaşanlar, flaneur,
Balzac, Baudelaire, Flaubert, Zola, George Sand, Daumier, Thiers,
Haussmann, Saint Simon, Varlin, Proudhon, Marks ve diğerleri...
“Moderniteye
dair mitlerden biri de onun geçmişle kökten bir kopuş
oluşturduğudur.”
David Harvey'in, “Paris,Modernitenin Başkenti”
kitabında, müthiş bir ayrıntı zenginliğiyle etrafında
dolaştığı soru bununla ilgili: Modernite gerçekten bir kopuş
mudur? Yoksa Sanit
Simon kaynaklı ve Marks'ın içtenlikle benimsediği alternatif
modernleşme teorisinde
olduğu gibi, hiçbir
toplumsal düzen, zaten var olan durumunda kuluçkada bulunmayan
değişimleri gerçekleştiremez
mi? Var olan durum, yeninin özelliklerini içinde taşır mı?
Yeni'ye dair işaretler tespit edilebilir mi? Sanat ve özelde
edebiyat bunu mu yapmaktadır? Bu ara oldukça fazla insanın
kafasını meşgul eden ve dönüp tarihe, edebiyata tekrar
bakmalarına neden olan bir soru bu. Çünkü bu soruya verilecek
yanıt, tarihi algılayıştan, güncel politika ve yaklaşım
geliştirmeye ve dünyayla ilişkimizi düzenlemeye kadar bir çok
alanda ciddi değişikliklere neden olacak etkide. Belli ki Sel
Yayıncılık'ın Düşünsel serisi de bu sorunun peşinde.
Aydınlanma ve Burjuva Devrimi dönemine uzun uzun bakıyoruz bir
süredir Sel Yayıncılık'la. Özellikle bu dönem, bugünü anlamak
için çok önemli. Harvey'in 1948 ayaklanmalarının hemen
öncesinden Komün barikatlarına kadar geçen sürede, hayranlık
uyandıracak kadar ayrıntılı bir bakışla Paris'i yeniden inşa
ettiği kitap da bu çizgiye uygun bir seçim.
David
Harvey, tüm insanlık için “kurtuluş” vaat eden Fransız
Devrimi sonrasında İmparatorluk kucağında ufalanan hayalleri ve
enternasyonalizmin taze nefesiyle 1848 ve 1871'de bir kez daha
barikatlara koşan Paris'i anlatıyor. Katmanları tek tek açan bir
arkeolog hassasiyetiyle, Komün'e ilerleyen Paris'i, edebiyat
tarihinin en güçlü yazarlarının romanlarında baştan kurduğu o
şehri, Balzac'ın deyişiyle “yüz bin romanlı şehir”i,
bir kent tarihçisi olarak, onlar kadar hassasiyet ve sadakatle
yeniden inşa ediyor. Ne kadar tanıdık bir şehir! Tanıdıklığı
sadece tarifini dönemin yazarlarından bol bol okumuş olmamızdan
değil. Kentsel dönüşüm furyasıyla oradan oraya aktarılan
şehirlerde yaşıyor oluşumuzdan. Şöyle bir sahnede “Paris'i
içinde ışıkların parıldamaya başladığı Seine Irmağı'nın
iki kıyısı boyunca kıvrılıp yatmış gördü. Gözlerini
Vendome Alanı'nın sütunu ve İnvalides'in kubbesi arasına, girmek
istediği kibar çevrelerin yaşadığı yere dikti. Yiyecek gibi
baktı. Bu uğuldayan kovana, balını daha şimdiden çeker gibi
olan bir bakış atarak şu görkemli sözleri söyledi: 'Şimdi çık
ortaya!'”diyen bir
Rastignac'ımız yoksa da, bir tepeden İstanbul'a bakıp
yumruklarını sıkarak “Ah ulan İstanbul! Sen mi
büyüksün ben mi!” diye
bağıran film kahramanlarımız oluşundan. Üretimin tamamen
dışarı sürüldüğü bir pazarlama ve tasarım merkezi olarak
düzenlenen büyük kentlerde yaşadığımızdan. Emeğin yeniden
üretim maliyetini düşürdüğü için gecekondulaşmaya önce göz
yuman, sonra merkezin genişlemesiyle bu gecekonduları “kentsel
dönüşüm” adıyla şehir dışına bir kez daha sürüp yeni
yeni gettolar yaratan, “tarihte eşi görülmemiş bir gelişim”
ile “tarihte eşi görülmemiş bir sefalet”i birlikte üreten
şehirlerde, sürekli bu yakan ikiliğin manzaralarına bakmak
durumunda kaldığımızdan. Merkezi fuar, çevresi yalıtılmış
barınma alanları olarak düzenlenmiş modern kentler... “Burjuva
iktidarında bir sermaye şehrine dönüşen Paris”
bizim için fazlasıyla tanıdık. Televizyonlarda dakika başı
rastladığımız lüks konut reklamlarının fonundaki yerlerinden
sürülen insanların, şantiye çadırlarında yanan işçilerin
çığlıklarını siz de duyuyor musunuz? Aynı çığlıklar
dönemin Paris'inde de yankılanmış. Bir yandan uluslar arası
fuarlarla tüketim desteklenir, mal stoklamış tüccarların fahiş
fiyatlarına rağmen kafe lüksleri devam ederken; Emma Bovary'nin
katıldığı davetten hatırladığımız, zengin sofra kültürü
gelişir, Paris bir baştan bir başa toplu ulaşım ağlarıyla
örülürken bir yandan da yoksulların kedi köpek, altmış sent
fiyatla fare ve hatta hayvanat bahçesinden çalınmış bir fili
yediği, fırıncıların una katakomplardan çıkarılan insan
kemiklerinin tozunu kattığı (Harvey'in burada yaptığı
“atalarını yiyen sıradan insan” göndermesi müthiş! Hele
Marks'ın ölmüş kuşaklarla ilgili ünlü alıntısıyla
düşünüldüğünde.) bir Paris. Bir yandan bu sefaletle kemiğe
dayanan, bir yandan da enternasyonalizm ve kurtuluşun, bir kez daha,
kendi ellerinde olduğuna dair fikirle bilenen bıçağın,
bulvarların ardındaki sokaklarda an an parlayışı. Komün
barikatlarından ve işçi kooperatiflerinden 1. Enternasyonal'in
kürsüsüne kadar dolaşan bu yeni soluğun Mayıs 1871'de, 50.000
ölü ve 7.000 sürgünle “burjuva toplumunun rahminde
ortadan kaldırıldığı” bir
Paris...
Balzac,
Flaubert, Baudelaire ve Zola'yı insan-mekan ilişkisi üzerinden
okuyarak ve karşılaştırarak başlıyor Harvey kitabına. Bu
yazarların eserlerini “bir edebiyat eleştirmeni değil de bir
şehir planlamacısı olarak”
okuyor. 1848 ve sonrasında sancısı çekilen “yeni” neydi?
Hangi hazırlayıcılara, işaretlere sahipti ve geleceği
şekillendirecek hangi mirası üretiyordu? Bu yazarların- hatta
Marks'ın da- bu sorular eşliğinde okunduğunda, farklı bir ışık
altında görülebileceklerini söylüyor Harvey. Ana izlek olarak
“1848'den sonra gerçekleşen radikal dönüşümler
önceki yılların düşünce ve uygulamalarında ne ölçüde ve
hangi biçimlerde belirmiştir?”
sorusunu koyuyor ve bu soru etrafında edebi ve gündelik
ayrıntılarla dolu bir kent kuruyor. Balzac'taki Paris'le
Flaubert'dekini karşılaştırıyor, Baudelaire'in “Bir
Işık Halkasının Yitirilmesi” şiirini,
daha önce Katı Olan Her
Şey Buharlaşıyor'da
Berman'dan okuduğumuz yorumuna göndermeler de yaparak okuyor,
Goriot Baba, Madam Bovary,
Duygusal Eğitim, Oyun Bitti, Nana
ve daha bir çok romanı insan-mekan ilişkisi bağlamında ve
yeninin sancısını tespit etmek için okuyor. Özelikle Goriot
Baba ve Duygusal
Eğitim'e sık sık
dönüyor.
Rus
edebiyatı için Gogol'un paltosuna yapılan göndermeyi, sanırım
Fransız edebiyatı için Balzac'ın pansiyonuna yapabiliriz. Fransız
edebiyatı -tabii 1830'lardan sonrası için söylenebilir bu-
Balzac'ın pansiyonundan çıkmıştır. Balzac, “1848'den
sonra yaşanan görünürdeki radikal kopuşun ardında yatan derin
sürekliliği kavramamıza yardımcı olmuştur.” Flaubert
ve Baudelaire'ın görüşlerinin Balzac'a olan üstü
kapalı bağlılığı, aynı sürekliliğin edebiyat alanında da
sürdüğünü gösterir. Harvey'in
tespitiyle, Balzac, “sinoptik”
bakışıyla, mekan ile insan arasındaki bağı gözümüzün önüne
serer. Mekanın tarifi, içinde yaşayan insanın da tarifidir henüz.
Flaubert'de bu bağın kopmuş olduğunu görürüz. Tarif edilen
mekandan içinde yaşayan insan hakkında bir fikir edinmemiz pek
mümkün olmaz artık. Balzac ve onun dönemindeki pek çok
kişi, doğru ya da yanlış, kenti sahiplenip onu kendilerine ait
kılabileceklerine inanıyorlardı. (...)ancak 1848'den sonra kente
hakim olan ve onu kendi özgül çıkarları ve amaçları için
biçimlendiren Haussmann ve imarcılar, spekülatörler ve
sermayedarlar, piyasa güçleri oldu ve toplumun çoğunluğunu bir
kayıp ve mahrumiyet duygusu içinde bıraktılar. Flaubert de bu
koşulu edilgen bir biçimde kabul edenlerden biriydi.”
Flaubert'de kent bir fon görevi görür. Bağımsız bir
sanat yapıtı olarak
değerlendirilebilir ancak “bilinçli bir varlık” ya
da “politik beden” olarak karakterini kaybeder.
Baudelaire ise “gelip geçici, ele avuca sığmaz,
koşullara bağlı moderni sonsuz ve değişmez olanla uğraşan
sanatın diğer yarısı ile birlikte kavramak”
için bitmez bir arayış içindedir. Ancak “1848
barikatlarının bir yanından öbür yanına nasıl kolayca
geçiyorsa aynı
tutarsızlıkla bir o tarafa bir bu tarafa
sendelemiştir.”
Harvey'in
kitabını sadece bir edebiyat okuması olarak almak haksızlık
olur. Her ne kadar ağırlıklı olarak Balzac, Flaubert, Baudelaire
ve Zola olmak üzere dönem yazarlarında mekan-karakter
ilişkilerini, kendi deyişiyle, dikkatli bir şehir planlamacısının
gözünden okumak son derece ilginç olsa da, Harvey'in Paris'e ve
dönem edebiyatına bakışı bir şehir planlamacısının mekana
bakışıyla sınırlı değil. 1830'lardan Komün yıllarına kadar
şehrin yapısındaki kökten değişiklikler, işçilerin durumu ve
şehre dağılışları, günlük yaşam için gerekli olan para, iş
kolları ve cinsiyete göre ücret miktarları, oda ve ev kiraları,
kadınların, zanaatkarların durumu, işçi dernekleri ve
kooperatiflerinin işleyişi, Parislilerin hafta sonlarını
nerelerde geçirdikleri, omnibüslerde ne durumda seyahat ettikleri,
şehirde şöyle bir dolaşmaya çıkanların gittikleri yerler,
beslenme alışkanlıkları, hizmetçilerin zengin eş bulma
çabaları, kapıcıların şehir hakimiyeti, taşra-Paris
çekişmesi, Komün
zamanında kurulan barikatların Paris üzerinde dağılımı ve
bölgelere göre yoğunlukları ve daha bir çok ilgi çekici
ayrıntıyla dönemin Paris'i gözlerimizin önünde tekrar
kuruluyor. Emma Bovary'nin, Rastignac'ın dolaştığı bulvarlar, o
bulvarların bir sokak gerisinde neler olup bittiği Daumier'in
müthiş çizimleri ve dikkatli bir arşiv taramasından elde edilen
haritalar, tablolar ve grafiklerle verilmiş. Tüm bunları
gördüğünüzde, dönemin yazarlarına neyin ilham verdiğini,
romanlarında yarattıkları sosyal ortamın gerçekte nerelerden
beslendiğini de anlıyorsunuz.
Harvey,
bu kitabı hazırlarken amacının “İkinci İmparatorluk
döneminde Paris'in nasıl işlediğini, sermaye ve modernitenin
nasıl belirli bir yerde ve zamanda bir araya geldiğini, toplumsal
ilişki ve politik tahayyülün bu karşılaşma sonucunda nasıl
hareket kazandığını yeniden kurmak”
olduğunu söylüyor. Ve insanı hayrete düşüren bir ayrıntı
zenginliğiyle dönemin Paris'ini gözlerimizin önüne seriyor.
“Dönem” dediğimizse hafife alınacak gibi değil. 1848
ayaklanmasından çıkmış, 1871 Komününü kuracak olan,
burjuvazinin 1848'deki ihanetini henüz tüm canlılığıyla
zihninde taşıyan işçi ve zanaatkarların akla ziyan bir sefalet
içinde yaşadıkları, Enternasyonal'in kurulduğu, Komünist
Manifesto'nun yazıldığı,
yani Fransız Devrimi'nin inşa ettiği ulusalcı binaya
enternasyonal pencerelerin açılmaya başlandığı bir dönem.
Fuarlarla tüketimin ve kaçınılmaz olarak üretimin de
evrenselleştiği, işçi sınıfının evrensel bir solukla ayağa
kalkmaya çalıştığı bir dönem. Paris ve dünya için bu yıllar,
Marks ve Engels'in “Dünyanın tüm işçileri birleşin!”
dedikleri yıllar. Fransız işçilerinin 1. Enternasyonal'de
okudukları bildiride “Biz bütün ülkelerin işçileri,
insanlığı iki sınıfa, cahil sıradan halk ile bolluk içinde
yüzen şiş göbekli mandarinler sınıfına ayıran bu ölümcül
sistemin barikatlarına karşı birleşmeliyiz. Kendi kurtuluşumuzu
dayanışmayla kendimiz yaratalım!”
dedikleri yıllar. Dönemin neredeyse tüm kentlerinde dolaşan
hayaleti takip eden Marks'ın Kapital'e
şu cümleyi yazdığı yıllar: Anlatılan senin
hikayendir.
Bugünün
hikayesi daha anlatılmadı, çünkü henüz kuruluyor, ama hayalet
buralarda bir yerde. İnsan Paris'e bakınca bunu görüyor.
Pelin TEMUR, Nisan 2012
Bu yazı Edebiyat Haber sitesinde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder