Bazen
zamanda yarıklar açılır. Bir uçurum ağzının esintisiyle,
nefes kesecek kadar derin bir nefes dolar insanın içine.
Hazırlıksız. En çok sıradan bir günde… En çok sıradan
biriyle… Hiçbir sıradışının anlam aralığına sıkışamayacak
kadar sarih. Ne aşkın yürek açıklığıyla, ne dostluğun yakın
bakışıyla, ne de merhametin güvenilmez iç yakışıyla. En
sıradan bir günde, en sıradan biriyle açılıverir yarık.
Şüphesiz diğerleriyle de açılır. Ama yarık, yarık olmaz o
zaman. Aşk olur adı, dostluk olur, merhamet olur. Sanki yarığı
açan bize ait bir şeymiş gibi. Oysa zaman yarılır bazen. Öylece
yarılır. Yarattığı ihtişamla karşılaştırılamayacak kadar
küçük bir an. Her zaman, hep öyle olmuş şeylerin ihtişamı.
Sıkıcı
bile denilemeyecek bir gün… Zaman kendini bir kayanın dibinde
göllemiş. Karnında taşıdığı göğün ihtişamını unutup
sıza sıza akmaya çalışan bir su gibi. Mesaiye bir sigaralık ara
vermişim. Çardaktaki camsız pencerenin öte yanından biri
konuşuyor benimle. İş arkadaşı. O sigara içmiyor. Sohbete
gelmiş. Sözlerinin yarısını dinliyorum, öbür yarısı
konuşmanın sıradanlığı içinde kaybolup gidiyor. Zaten birçok
konuşmada konuyu bir kez anlamak yetiyor, gerisini dinlemek
gerekmiyor. Dinlemiyorum. Zaman gölleniyor. Arada gülümseyip
başımı sallıyorum suda yansımayan sözlere.
—
Şu
ağaçları hep ben diktim falan sene. Filancayla beraber dikmiştik.
Bak, şu ceviz, şu da akasya. Ben toprağı çok severim.
Derken
bıçak hızında açılıveriyor yarık:
—Altını
değil tabii. Altı kötü. O zaman hayat bitiyor.
Saçlarım
havalanıyor yüzüme vuran rüzgârdan. Göğsüme irade dışı bir
nefes doluyor. O nefesin aralığında başımı kaldırıp bakıyorum
konuşana. Kendi yarığına düşüvermiş gibi o da.
Bir
an.
Bir
an sonra esinti duruyor. Başka bir şeylerden söz etmeye başlıyor.
Ama sarhoşuz ikimiz de hala. Su karışıyor kayanın dibinde. Her
gün kendine vurduğu insülin iğneleri, geçen yıl geçirdiği
ameliyat, bacağındaki bir türlü geçmeyen yarasıyla aksayarak
yürüyüşü… Onun varlığı tüm ağırlığıyla çöküyor
üzerime. Bir anda bir nefes gibi kavrıyorum onu. Tüm günlerini ve
gecelerini kavrıyorum. Ve bu varoluşun ihtişamı karşısında
ürperiyorum. Ona bakamıyorum. Bakmaya kalksam, yüzündeki binlerce
ayrıntı… Yok… Anlatmaya kalksam..? Yarık demez ki buna
insanlar. Rüzgâr der, hatıra der, korku der, şeytan der, allah
der… Ne bileyim, binlerce şey der. Herkes düşer oraya ömrünün
bir anında, ama herkes başka kelimeye tutunup çıkar. Onun
kelimesi ne, merak etmiyorum.
Kalkıyorum.
O da, dolaşayım biraz, deyip ayrılıyor camsız pencerenin
önünden. İki adım ötemde bir kez daha çatırdatıyor yarığı:
—
Bak,
karga. Karga gördüm. Demek ki bugün de ölmeyeceğim. İyi.
Zamanın
ucu kaçacak elimden. Durup artık saatler olmayan saatler boyunca
bakacağım yüzüne. Olmaz. Yürümeye devam ediyorum. Peşimizde
yarığın ucunu sürükleyerek yürüyoruz. Bir ucu onda, bir ucu
bende. Ben içeri giriyorum. Oturduğum masanın başına kadar
taşıyorum bendeki ucu. Ayağımın dibinde esip duruyor. O, bahçede
dolaşıyor. Dolaşması boyunca, ayağının dibinde taşıdığı
uçla, yarıktan bir dantel örüyor bahçede. Ne düşündüğünü
merak etmiyorum. Varoluşu tamamen benimle.
Zaman
yarıldığında, bir an, tüm zamanı kendinde toplayarak çöküyor
üzerime. Tek bir anda, zamanın alıştığım dizilimini yitirmesi…
Geçmiş, gelecek; ben, o; biz, dünya, her şey bir arada. Her
parçada benzerini eksiltip çoğaltan, mükemmelleştiren bir
fraktal. Parçada bütün. Bütünde parça. Bir iş arkadaşında
Gılgamış, bir otobüs yolculuğunda Odysseus. Her şey hep kendini
tekrar ederken ilerleyişi tarihin. Yarık, söz söylemeye
hazırlanan bir ağız gibi açıldığında, tüm sözcüklerin dışı
dolduğunda oraya, açıkça görüyorum ki, an’lar binlerce küçük
iplikçikle birbirine bağlanıyor. Günlük hayatta bir tekine
tutunup körler gibi yolumuzu bulmaya çalıştığımız, an’dan
an’a bağlayarak özgün bir yol boyunca gerdiğimizi düşündüğümüz
ipin aslında nasıl bir yumağa dâhil olduğunu gösteriveriyor
yarık. Hiç dolaşmadan anları birbirine bağlayan binlerce
iplikçik. Merkez yok, sadece bağlantılar. Yaşamın muhteşem
akışkanlığı. Bu akışkanlıkta insanın varlığı.
Kilometrelerce uzanan sıradağlarla, metrelerce derin okyanuslarla,
rüzgârın kıtalar üzerinde dolanışıyla aynı dünyada insan.
Kapağı kapatılmış dev bir tencere gibi. Terleyişi dünyanın.
Ve insanın.
Pelin Temur |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder