Edebiyatın Omzundaki Melek/ Yayına Hazırlayan: Zeynep Uysal


TARİHİN KURUCU VE TANIK MELEKLERİ



Ağırlıkla Boğaziçi Üniversitesi'nden akademisyenlerin makalelerinden oluşan ve yine aynı üniversiteden Zeynep Uysal'ın yayına hazırladığı Edebiyatın Omzundaki Melek, doğrudan edebiyat-tarih ilişkisi üzerine konuşan ve edebi örnekler üzerinden bu ilişkiyi inceleyen makalelerden oluşuyor.

   Başlıkta kullanılan melek göndermesi Benjamin'in, Klee'nin “Angelus Novus” tablosu üzerinden kurduğu tarih meleği okumasına dayanıyor. Cennetten kopup gelen bir fırtınanın geleceğe sürüklediği ve ama gözlerini ona tek bir felaket gibi görünen geçmişten ayıramayan melek. Ne geçmişe ne şimdiye ne de geleceğe doğru bir irade gösteremeden sürüklenen melek, elbette belli türde bir tarih okumasını öneriyor. Geçmişe bakışı bir yas, geleceğe doğru uçuşu ise bir sürüklenme olarak tarif edilmiş bu melek belki de, postmodernizmle paramparça edilmiş tarihsel iradeye ağlamaktadır. En azından ben böyle dertlenmekteyim o tabloya baktığımda. Neyse, konumuz bu değil...


Açık olan kavranır ve kavranan açılır

   Peter Bürger, Avangard Kuramı adlı kitabında, tarihsel avangardlar bağlamında estetik kategorilerin tarihselliğini tartışır. Bürger'e göre, estetik kuramları, üst-tarihsel bilgiye ulaşmak için büyük çaba sarf etseler de, her biri kendi döneminin damgasını taşır. Eleştirel bir sanat kuramı kendisinin de tarihsel olduğunu gösterebilmelidir. Ancak tarihsellik “tarihi, bugünün tarih öncesi şeklinde inşa etmek” anlamına gelmemelidir. Bu, yükselen sınıfların karakteristik bir biçimde başvurduğu tek taraflı bir yaklaşımdır ve  tarihselliği sadece bugünden geçmişe uzanan bir hat üzerinde kurmaya çalışır. Bu da tarih meleğinin geleceğe yolculuğunu bir sürükleniş derekesine indirir doğal olarak. Bürger'in Marks'tan referansla önerdiği tarihsellik anlayışı ise, nesnenin kendini açması ile, kategorilerin birbiriyle bağlantılı olmasına dayanır. Bunu kavramak, bir kuramı tarihselleştirmek demektir. Marks, Grundrisse'te “Emek örneği, bize çarpıcı biçimde şunu gösterir ki, en soyut kategoriler bile, -tam da bu soyutlukları sayesinde- bütün çağlar için geçerli olmalarına rağmen, o özgül soyutlamanın doğası içerisinde tarihsel ilişkilerin ürünüdür ve ancak o ilişkiler içerisinde ve o ilişkiler için geçerlidir.” der. Bürger, Marks'ın burada bir yandan belirliyalın kategorilerin daima geçerli olduğunu savunduğunu, öte yandan da bu kategorilerin genelliğinin özgül tarihsel koşullara bağlı olduğunu iddia ettiğini söyler. Belirleyici fark, “bütün çağlar için geçerli olma” ile bu genel geçerliğin algılanması arasındadır. Bürger'in tezi şudur: Bir kategorinin genel geçerliğinin kavranması ile, bu kategorinin ilgili olduğu alanın gerçek tarihsel gelişimi arasında söz konusu olan ve Marks'ın emek kategorisiyle gösterdiği bağlantı, sanatlardaki nesneleştirmeler için de geçerlidir. Bir alanın unsurlarının kendilerini tamamen açması, o alanı yeterince kavrama imkanının şartıdır.

Bir edebi-siyasal proje olarak Cezmi

   Edebiyatın Omzundaki Melek'teki makalelerin çoğu, özellikle doğrudan bir eser üzerine değerlendirme yapanlar, bu tezin ne kadar doğru olduğunu düşündürtüyor. Tarihsel romanlarda yazarın, işlediği dönem kadar içinde bulunduğu dönemin de belirleyici olduğunu son dönem Osmanlı ve bol ideal tarifli Cumhuriyet romanlarından, son dönemin tarihsel romanlarına kadar izlemiş kitaptaki makaleler. Namık Kemal'in “kriz halindeki bir toplumsal yapının çöküşünün engellenmesi için gerekli dayanak noktalarını sunan bir edebi-siyasal proje olarak Cezmi romanı”, Fatih Altuğ tarafından, Osmanlı-Rus Savaşı'nın ardından  Osmanlı'nın Balkanlar'daki varlığının sarsılması ve dinsel farklılıklara dayalı sorunların şiddetlenmesiyle Osmanlıcılık ideolojisinin geçerliğini kaybetmiş olması bağlamında okunuyor. Namık Kemal, okurunu 16. yüzyıla götürüyor ve yeniden güçlü bir Osmanlı kurmanın yolunun İslam kardeşliğinde mümkün olduğunu anlatıyor.  Altuğ, romanın üzerine kurulduğu bu tarihsel zemini ve üzerinde yükselen edebi yapıyı yetkinlikle incelemiş. Bu türden tarihsel kaydırmalar kullanan yazar, güncel polemiklerden kısmen uzaklaşıp önerisini tarih-üstü bir yerden kurduğu için tartışılmaz bir konuma yerleşiyor. Tarih üzerine edebiyat yapan hemen her yazarın muradı da benzer oluyor aslında. Gündelik polemiklerin üzerinde bir yerden söz üretmek.

Tıkız üslubun önlenemez tesiri

   Bu yaklaşım, Tanpınar'ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi yapıtı üzerinden ayrıntılı olarak değerlendiriliyor. Makalenin yazarı Erkan Irmak. Makalesinin başında “edebiyat tarihinin tarihi”ni özetliyor. Kabaca özetlersek; 19. yüzyıla kadar edebiyat tarihinin “hayatı ve eserleri” düzeyinde yazarları merkeze aldığını, bu yüzyıldan itibarense metinlerin incelenmesine doğru evrildiğini anlatıyor.  Bu, işin “edebiyat” kısmı; “omuzdaki melekse” aynı dönemde yeni bir milliyetçi kültürel farkındalık biçiminin yükselişine bakıyor. Irmak, Compagnon'dan alıntılarla, 19. yüzyıldan itibaren,  edebiyat tarihinin varmak istediği menzilin sadece edebilik ve tarihsellik olmadığını, “ulusal kendilik tahayyülünü”nün biçimlendirilmesi misyonunu da yüklendiğini açıklıyor. 19. asırdan bu yana edebiyat tarihlerinin amacı, sadece milliyetçi kültür politikalarını desteklemek değil, milli ideali yeniden üretmek ve gelecek kuşaklara üzerinde konumlanacakları bir edebi kanon hazırlamak. Tanpınar da eserinde tam olarak bunu yapıyor. Yazarlar ancak “milli ideale” katkılarıyla değer görüyor ya da, Ahmet Mithat örneğinde olduğu gibi, görmüyor. Tanpınar'ın Şinasi için kurduğu şu cümle oldukça özetleyici aslında: “Bütün bunlara, hatta şahsiyetinin durgunluğuna, hamlesinin devamsız oluşuna, üslubunun tıkızlığına rağmen tesiri hiç kimseyle ölçülemeyecek kadar büyüktür.” Bu “tıkız üslub”, Tanpınar'ın övgüsünü “garbın aydınlığına açılan bir pencere” olmaklığıyla alıyor. Örneğin Namık Kemal için “Onun kahramanları konuşurken ölürler.” diyor, ancak aynı yazarı ardında,“himmetiyle kurulan bir edebiyat” bırakmakla övüyor. Peki, ölçü edebiyat değilse nedir? Evet, omuzdaki melek göz kırpıyor bize. Diyor ki Erkan Irmak, “Edebiyat tarihlerinin -özellikle de kurucu örneklerde- edebiyatla ilgilenmeleri ve yazarları bu yönleriyle değerlendirmeleri oldukça nadir rastlanan durumlardır.” Yanıt veremediğini söylese de soruyor Irmak, insan edebiyat tarihlerine nasıl güvenir bundan sonra? Eh...

Şahit Kadınlar

   Kitaptaki makalelerden bir diğeri ise Hülya Adak'ın, İmparatorluk Dönemi ve Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki kadın oto/biyografilerini incelediği yazısı. 1970'lere kadar izlenebilecek bir çizgide, kadının, hatta Halide Edip gibi sıra dışı kadınların bile, kendini tarihin faili değil, şahidi olarak konumlandırdığını, yetişkinden çok çocuğa yakın durduğunu, bir irade gösterdiğinde dahi bunun dışında bir yerden geldiğini düşündüğünü söylüyor Adak. Erkek oto/biyografilerinde, erkeği bir kalabalık, birlikte mücadele ettiği ya da varolduğu bir kitle içinde görebiliyorken, kadını sürekli yapayalnız görüyoruz. Elbette bunu artık fail de olabileceğini/olduğunu, bir çocuk değil yetişkin olduğunu ve kendi iradesine sahip olduğunu bilen, yıllar süren bir kolektif kadın mücadelesi deneyimini tarihsel olarak arkasına almış bir kadın söylüyor. Bu kadın dönüp bakıyor o oto/biyografilere. Omzunda bir melekle.

Söylemsel bir strateji olarak Fatih

   Tarihsel romanların, konu edinilen dönem kadar, hatta belki daha fazla, yazıldıkları dönem hakkında bilgi verdikleri açık. Fatih Sultan Mehmet'in dönemler boyunca farklı resmedilişini incelemiş Halim Kara. Cumhuriyet'in Osmanlı'yı redden kanadındaki aydınlardan Nizamettin Nazif Tepedenlioğlu'nun kaleminde acımasız, kindar, hırslı, zalim, güzel kızları “utanmaz bir işitiyakle istif eden” bir zelil olan “Osmanlı” Fatih, yeni Cumhuriyet'in Osmanlı'nın devamı olduğunu savunan aydınlardan İskender Fahrettin Sertelli'nin kaleminde “Türk” ulusunun tüm ideal özelliklerini taşıyan, zeki, adil, çalışkan, güçlü bir ideale dönüşüyor. Nedim Gürsel'in Boğazkesen'inde ise iyi ve kötü yönleri değişik anlatıcılar ve teknikler kullanılarak el alınmış birine. Şimdi burada dönüşen Fatih midir, Fatih'i “söylemsel bir strateji” olarak kullanan yazarların onda görmek/göstermek istedikleri şey mi? Elbette “O bir Fatih'tir ki, baktığın yere göre değişir.” demek değil ne benim ne de Halim Kara'nın muradı. Şu: Tarihsel romanlar tarihi inceliyor olmanın verdiği “bilimsellik” yanılsamasına sırtlarını dayayıp değişik siyasal bilinçaltı inşalarına girişirler. Anlatmak istediğiniz meseleyi, birkaç yüzyıl geriye çekilip sözü oradan alarak anlattığınızda tarih-üstü bir gerçekliği kurmaya başlarsınız. Tabiri hoşgörünüz ama, günümüzde buradan ekmek yiyen, yazarlığını sahip olamadığı bir büyüklükle buradan donatmaya çalışan çok yazar vardır. Ve tarihi bu “tarihi romanların” belge seçiciliğiyle öğrendiğini sanan çok okur...

Geçmişe doğru büyümeye çalışan oğul

   Orhan Pamuk'un Beyaz Kale ve Benim Adım Kırmızı romanları üzerine Derin Terzioğlu'nun yazdığı makaleden de söz etmek gerekirse, Osmanlı tarihi okumalarındaki değişimin Pamuk'un yaklaşık aynı dönemi işlediği bu iki romanına yansıyışlarını okumak çok ilginç. Tabii ilginç olan bir şey de, bugünden bakan yazarın, o zamanın tarihselliğine büyük gelen lafları kahramanlarının ağzına yapıştırıverişi.

   Jale Parla'nın Anadolu temasını kullanan romanları incelediği yazısında tespit ettiği en temel ortaklık şu: “Baba toprağında trajik bir şeyler var ve bu oğulun büyümesini engelliyor.” Bireysel olgunlaşma ve milli görev menzillerini aynı anda hedefleyen Anadolu yolculuğu iki düzeyde de ısrarla başarısızlığa uğruyor romanlarda. “Yüksek dozda ataerkil milliyetçilik söylemiyle kavramsallaştırılan Anadolu ise, babanın bir hediyesi olarak varlığını sürdürmeye devam edegeliyor, içinde yaşamak için değilse de, uğrunda ölmek için.”

Melek dedikleri Simurg imiş!

   Elbette her yazı gibi bu yazının da bitmesi gerekiyor. Her bir makale ayrı ayrı söz edilmeyi hak etse de (mesela Ömer Türkeş'in usta işi yazısı), kitabın giriş makalesiyle bitireyim yazıyı çok geç olmadan. Zeynep Uysal'ın yazdığı giriş yazısında tarih-edebiyat ilişkisi ve daha genel olarak metin-bağlam ilişkisi Yeni Tarihselcilik ve Greenblatt bağlamında değerlendirilmiş. Althusser'den etkilenen Greenblatt, insanın öznelliğinin ideoloji tarafından kurulduğu fikrindedir. İnsan, belirli bir toplumsal anın tarihsel sonucudur. Bu anlamda  metin ile bağlam ya da edebiyat ile siyaset arasına bir ayrım koymak çok da gerekli değildir; karmaşık bir ilişkisellikleri vardır. Sanatsal metin hem tarihin kurucusu hem de tanığıdır.

   Sonuç olarak bu makalelerin omzundaki melekler ne yaslı görünüyor ne de sürüklenir. Tam olması gerektiği gibi, kurucu ve tanık bu melekler. Onüç makalelik bu uzun yolu katettiğimizde, Mantık Al-Tayr'da padişahları Simurg'u arayan ve yolun sonunda bir aynayla karşılaşan otuz kuş gibi kendi omzumuzdaki melekle karşılaşıyoruz.

   Attar'a ve Bürger'e selam ve ikisini aynı yazıda anmamı sağlayan tüm yazarların eline sağlık...
 Pelin TEMUR, Mayıs 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder