tıkırtılı


Akşam güneşi içeriyi ışığa boğmuştu, o geldiğinde. Kapının üzerindeki minik çan çınladığında kafamı kaldırmış, ardındaki ışık seliyle ancak bir karaltı olarak görmüştüm onu. Zayıf, uzun boyluydu. Etekleri bileklerine kadar inen bir elbise vardı üstünde. “Merhaba.” dedi. İşim bu olmasına karşın, canım fena sıkılır bir müşteri geldiğinde. Bu gün sıra hangisinde acaba, diye düşünürüm; bu gün neyimi alacak şu yabancı?

O geldiğinde de farklı olmadı. Uzun etekleri kurtuldu önce ışık selinden. Ağır ağır yürüyerek yaklaştı. En son yüzü çıktı ışıktan. Görüp görebileceğim en güzel kadın yüzüydü bu. Çıkık elmacık kemikleri, ince bir çizgi halinde küçük burnuyla güçlü çenesini ayıran ağzı, iri, buğulu gözleri ve tüm bunları çerçeveleyen siyah, parlak saçlarıyla gelip durdu karşımda. Uzun, zümrüt yeşili elbisesinin etekleri tatlı bir hışırtı yayıyordu etrafa.
Raflara dizili saatlerin arasında gezinmeye başladı. Ben, hep yaptığım gibi, hangisini seçeceğini tahmin etmeye çalıştım. Genelde doğru çıkar tahminlerim. İki hafta önce, çıtı pıtı, kıvırcık bir kız geldi mesela. İçeri girer girmez dedim ki “ Bizim Şirret’le ayrılık vakti geldi demek.” Şirret, küçük, kırmızı bir saat. Öyle tatlı bir tıkırtısı vardır ki, duymalısınız. Onca gürültüsüne, parlak kırmızı gösterişliliğine karşın, zamanı söylerken işi hiç belli olmaz. Bazen geri kalır, bazen ileri gider. Kaç kere açtım içini. Hiçbir sorunu yok. Sırf şımarıklığından yapıyor. Kıvırcık kız tüm rafları dolaşıp Şirret’in önünde durdu. “Ay, ne güzel saat bu!” diye zıpladı yerinde. Parlak kağıtlara sarıp vedalaşmamı bile beklemeden aldı gitti.Pek severdim Şirret’ i. Onun neşeli tıkırtısının yokluğuna alışmam günler sürdü. Leyla gittiğinde de uyuyamamıştım kaç gece. Bir ay önce, yeni evli bir çift aldı onu da. Pek nazlıydı Leyla. Belli belirsiz bir sesi vardı. Ancak kulağınızın dibine getirdiğinizde duyulurdu mırıl mırıl tıkırtısı. Saniye kolunun üstüne mini mini pırlantalardan bir kalp işlenmişti. Nazlı nazlı salınırdı bu minik, parlak kalp Leyla’nın içinde. Biraz geri kalırdı hep. Ama ne kadar geri kaldığını bir kez öğrendiğinizde sorun kalmazdı. Bir dakika, otuz beş saniye. Ne eksik, ne fazla. İçini açıp bakmıştım ilk geldiğinde. Saniye kolundaki minik taşlardan biri içine düşmüş, nasıl olmuşsa. O geri bırakıyormuş nazlı Leyla’mı. Çıkaramamıştım kalbinin minik parçasını. Parlak kâğıtlara sarıp uğurladım Leyla’ yı. Ne kadar geri kaldığını söylemedim yeni evlilere. Kendileri tanısınlar istedim. Leyla saklamaz ki kendini. Peki, peki, belki tamir için getirirler de tekrar görürüm onu diye söylemedim, işin aslı.
Şimdi de bu kadının hangi saati seçeceğini tahmin etmeye çalışıyordum. Ama eteklerinin hışırtısı, usul usul rafların önünde yürüyüşü kafamı toparlamama engel oluyordu. Tüm raflar, eteklerinin hışırtısına uymuş, onun ritmiyle tıkırdıyordu sanki.
En dipteki rafın önünde durdu. Yoksa… Kalkıp yanına gittim. Evet. Küstah’a bakıyordu. Hâlbuki en görülmeyecek yere koymuştum onu. Tabii ya, tahmin etmeliydim onu seçeceğini. Elini uzattı. Bileğinden tutarak durdurdum. Küstah, kendisine dokunulmasından, hele yerinden oynatılmasından hiç hoşlanmaz. 

       — O satılık değil hanımefendi.

Bileğini elimden kurtarıp nedenini sordu. “Satılık değil.” dedim tekrar.
Küstah, en sevdiğim saatti. Saniye kolu 12’ ye kadar zar zor çıkar, 1’ e geldiğinde pat diye düşerdi 6’nın üstüne. Tırmanmaya çalışırken yokuş çıkan bir ihtiyar gibi ahlayıp oflar; 1’e vardığında şen bir kıkırdamayla bırakırdı kendini aşağıya. İyi bir kulak, onun tıkırtısından anlayabilirdi saatin kaç olduğunu. Ona bakmak da doyumsuz bir zevkti. Parlak siyah boyası yer yer dökülmüş, altındaki paslı gövdeyi açıkta bırakmıştı. Bu paslı, minik yamalar daha bir belirginleştiriyordu sağlam yerlerdeki siyahın parlaklığını. Rakamları, roma rakamıyla yazılmış, yelkovanın değdiği yerler aşınmıştı. En çok aşınanlar 6’dan 12’ye kadar olanlardı. 1,2,3,4,5 ışıl ışıldı hala. Düzgün, yuvarlak bir hat boyunca ince bir çizgi vardı yalnız üzerlerinde. Saniye kolunun maceralı yolculuğuna karşın ne geri kalır, ne ileri giderdi Küstah. Adı da bu yüzden Küstah’tı zaten. Yıpranmış görüntüsüne karşın zamana direnişi, onu kendine itaate zorlayışı yüzünden vermiştim bu ismi ona. Bir de, yaşadığı zamanı, yok olmak pahasına, içine işlediği için. Meydan okuyor gibiydi bana, zamana. Sanki o, zamana uyup onu göstermiyor da; zaman onun tıkırtılarına uymak için uğraşıyordu. Onu satamazdım. O, benim en sevdiğim saatti. 

— Bunu istiyorum, dedi kadın inatla.

— Bir sürü güzel saat var, onlara baksanız. Bu, pek kırık dökük. Bakın, şurada inci işlemeli bir saat var.

         Koşup Melek’i aldım yerinden. Kadın bakmadı bile.

        — Olmaz hanımefendi, onu satamam. 

        — Çok mu seviyorsun onu?


      Sorunun teklifsizliği canımı sıkmıştı. Dönüp yerime geçtim. Ağır ağır yanıma geldiğini eteklerinin hışırtısından anlıyordum.

       — Bu saati bana satacaksınız. Satacağınız güne kadar her hafta geleceğim buraya.

Her hafta geldi. Kalbim çarparak bekliyordum gelişini. Onun geleceği güne kadar sanki daha ağır tıkırdıyordu saatler. Eteklerinin hışırtısı içeri dolduğundaysa bir şenlik yerine dönüyordu raflar. Gelip Küstah’ın önünde duruyor, uzun uzun bakıyordu ona. Sonra dönüp yanıma geliyor, ışıklı gözlerini gözlerime dikip bekliyordu. Suskunluğumun süreceğine karar verince dönüp gidiyordu. Tatlı hışırtısı tamamen kaybolunca raflar deli gibi tıkırdamaya başlıyordu. Mavi çerçevesi minik, mercan yeşili taşlarla süslü Levent bağırmaya başlıyor; Günışığı sarı, minik kollarını açarak itiraz ediyordu ona. Diğerleri de tıkır tıkır katılıyorlardı tartışmaya. Neler söylemiyorlardı ki, yok bu kadın nereden çıkmış, yok Küstah’ı ona asla vermemeliymişim, yok eninde sonunda verecekmişim… Küstah bu tartışmalara hiç katılmıyor, tüm dikkatini saniye koluna veriyordu. Ertesi günü buluyordu ötekilerin sakinleşip kendilerini zamanın yumuşak dizlerine bırakmaları.
    Solumdaki rafın en üstünde duran Kâhin söyledi âşık olduğumu. Oturmuş yeni gelen gümüş işlemeli bir saatin içini temizliyordum. “Senin şu, kalbindeki tıkırtı var ya, işte ona aşk denir.” dedi birden. Dönüp baktım. Bazen geri kalan, bazen ileri giden; ama hep doğru saati bulan kollarını yukarı kaldırmış, ona bakmamı bekliyordu. Saniye kolu göz kırpar gibi kıpırdandı, sonra aceleyle doğru zamana gelip durdu üç kolu da.
    İki gün sonra geldi kadın. Yine Küstah’ ın önünde durdu. Sanki geçerken belli belirsiz bir bakış attı Kâhin’e. Baktım, telaşla kollarını toparlayıp tıkırdadı Kâhin. Nedense Küstah’ ı ona vereceğimi düşündüm ilk kez. Aynı anda kalbim, biri onu sıkıyormuş gibi zorlanarak tıkırdadı. Küstah’ı alırsa gelmeyecekti bir daha. Uzun zamandır bunun için susuyordum o ışıklı gözlerin karşısında. Kalbim ikiye bölünmüş gibiydi. Küstah gidecekti, o da.
    Etek hışırtılarını duyduğumda kafamı kaldırdım. Ağır ağır gelip dikildi karşımda. Gözlerini gözlerime dikti. Konuşmamak için zor tutuyordum kendimi. Gitti. Biraz daha beklese, al, götür diyecektim. Kâhin, kızgınlıkla tıkırdadı. Levent’le Günışığı bağrışmaya başladılar yine. Küstah’ın yanına gittim. Durmuştu. Yerime döndüm. Masanın altından ahşap oymalı bir küçük sandık çıkardım. Bununla gelmişti Küstah. Sandığın içini kar beyazı, üzerinde minik mavi çiçekler olan kâğıtlarla doldurdum. Küstah’ ı alıp özenle yatırdım içine. Üç kez tıkırdadı Küstah, sandığın kapağını kapatmadan önce.
    Bir hafta sonra kadın geldi. Küstah’ ın durduğu rafa gelince donup kaldı. Koşarak yanıma geldi. Masanın üzerinde duran ahşap sandığı görünce rahatladı. Gülümseyerek bana baktı. Kâhin’e, yine emin olamadığım, bir bakış attıktan sonra:

       — İstersen burada, seninle kalırız, dedi.


Saatler çıldırmış gibi tıkırdamaya başladılar. Kâhin, kollarını aşağıya salmış bekliyordu. Levent’le Günışığı yine bağıra çağıra bir şeyler anlatıyorlardı birbirlerine. Küstah’ın boğuk tıkırtısını duymaya çalıştım. Susuyordu. Onun 1’den 6’ ya inerkenki neşeli kıkırtısını duymak için neler vermezdim. Ama susuyordu. Ben de susuyordum.
Çıldırmış tıkırtıların arasında arkasını döndü. Sandık kolunun altındaydı. Tam kapıdan çıkacakken durdu. Bir süre öylece bekleyip geri döndü. Tık yoktu raflarda. Küçük sandığı masaya bıraktı. Küstah’ ın mutlu kıkırtısını duydum. Kadın gözlerini Kâhin’e dikti. 

     — Bunu istiyorum, dedi.

Yüzüne baktım, yan gözle bana bakıp gülümsüyordu. Kâhin, kollarını iki yana açmış kıkır kıkır tıkırdıyordu. Levent, Günışığı, hatta sesi hiç duyulmayan Miskin bile deli gibi kollarını sallıyor, bana seslerini duyurmak için bağrışıp duruyorlardı. Kalbim deli gibi atıyordu. Bunca gürültünün içinde,

— Olmaz hanımefendi, dedim, onu satamam.

Yüzüme yayılan gülümseyişe engel olamıyordum.

Pelin Temur
Felsefe Yazın Dergisi'nin 11. sayısında (Ekim- Kasım 2007) yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder