ACIMAKTAN
YAPILMIŞ RESUL
Hüseyin
Kıran'ın Gecedegiden'ini okumaya başlamadan önce Resul'ü anmak,
onu neden kıymetli bulduğumu anlatmak istedim.
Resul,
2006'da Metis'ten çıkmıştı. Yazarıyla ilgili 1965'te doğduğunu,
üniversiteyi politik nedenlerle bıraktığını, 10 yıl hapis
yattığını ve daha önce Madde Kara adında bir şiir kitabı
yayımlandığını öğrenmiştik kitaptaki kısa özgeçmişten.
Hatırlıyorum,
sarsıcı bir okuma deneyimiydi benim için. Çıldırmanın
eşiğinde, işkence mağduru bir şairin romanını okuduğumu
düşünerek kat etmiştim Resul'ün sayfalarını. Bir yazarın
hiçbir şeyi sonraya saklamadan, “bitirme” -hatta belki “bitme”-
noktasından yazdığını düşünerek
okumuştum. Dolayısıyla,
Kıran'ın bir romanını daha okuyabileceğimi sanmıyordum. Bir ilk
ve son roman gibi okudum Resul'ü. Şimdi diyorlar ki, Hüseyin Kıran
bir roman daha yazmış. Hem de pek iyiymiş. Yani Resul bir
sayıklama, bir vazgeçiş öyküsü değilmiş. Tıpkı kitapta
Resul'ün granitten kovuğunu oymaya çalışırken yaralanan
parmaklarına yaptığı gibi, yarasına işeme ve sonra da acısı
dinsin diye onları yalama anlatısıymış Resul. Öyleyse şimdi
bir kez daha okunmalı...
“Benden
henüz olmadığım, olmayı akıl edemediğim şeyler yapacaklar.”
Resul'ü
okurken hep bir sınır duygusu.... Resul'le ben'im sınırım,
hayvanla insanın sınırı, işkenceciyle işkence görenin sınırı,
acıyla kayıtsızlığın sınırı, bedenle bilincin sınırı,
anlaşılır kalmakla kişisel bir dil kurmanın sınırı, şairle
roman yazarının sınırı... Bu sınırların ortasında dengede
durmaya çalışırken -çoğu zaman da duramazken- ancak fraktal
denebilecek bir yapı kuruyor Resul'de Hüseyin Kıran. Tarihselliği
hep unutulan aklın ölçüsüne indirgenmiş mükemmel ama
varolmayan şekiller kurmak yerine, bildiğimiz ölçülere gelmeyen,
bir savruluş gibi görünürken az daha yakından bakıldığında
kendini tekrar eden küçük tutarlılıklardan oluşan bir yapı.
Her bir küçük parçada kendini tekrar ederek bir bütün kuruyor
Resul. Resul suyu anlatıyor, Resul ağacı anlatıyor, graniti,
örümceği, köpeği, işkenceyi, sevişmeyi anlatıyor. Resul
kendini tekrar ederek açılıp kendini anlatıyor. Aslında hep
kendini anlatıyor Resul. En kaçmaya çalıştığı şeyi, kendini,
cümle cümle kendi etrafına diziyor. “Dönüp
ardına baktığında insanın içini boşaltan o bitimsizlikten
gelen ayak izlerinin gelip kendisine dayandığını gördü.”
Varoluşunun
yumağını çözdükçe iliklerine kadar varoluyor Resul. Kavrama
yetisinden, bilinçten, anı biriktirme sandıklarından kurtulmaya
çalıştıkça, kabullerle üstü örtülmüş koca bir bilinç
alanını açıp içindekileri kelime kelime kaldırıp ayağa
dikiyor. Anlamaktan kaçtıkça daha fazla anlıyor. İnsan olmaktan
kaçtıkça daha fazla insan oluyor. Yaşamdan kaçtıkça daha fazla
dirim doluyor. “Bu
dirimdi. Onu buldum ve kötüledim.”
“Son” yok. Çünkü ölüm bile dünyadan ayırmıyor bizi.
Varoluşunu dünyayla birlikte kavradıysan, sonu olmayan bir yolda,
Hegel'in her varolmuşa hak gördüğü yokoluş şansını sonsuza
kadar kaybetmişsin demektir ay Resul... Uzaklaşmak için attığın
adımlar gelip gelip sana dayanır.
“Ay
Resul üç gişiydiler. Gişi gibi gişiydiler.”
Bedenin
yaralanabilirliği, bakıştan, dokunuştan sakınılamazlığı,
kanamaktan, acıyla titremekten alıkonulamazlığıyla bir
işkenceciye nasıl direnirsiniz? Bilinçle..? Peki bilinçle bedenin
sınırı nerdedir? İşkenceciniz sizi almaya geldiğinde, orada
öylece, bulunabilir, görülebilir, tutulup götürülebilir, acı
çektirilebilir, utandırılabilir halde duruyorsunuzdur. Eliyle
koymuş gibi bulur sizi işkenceci. Acıyacak yerlerinizi,
utandıracak yerlerinizi, onurunuzu kıracak yerlerinizi eliyle
koymuş gibi bulur. Çünkü onunla çok derin bir bilgiyi, insan
olmaya dair, bedene sahip olmaya dair, bedeni üzerine düşünmeye
ve düşünce biriktirmeye, bilince anı kazımaya dair bir bilgiyi
paylaşıyorsunuzdur. Bu ortaklığı kavradığınız anda
işkenceciniz hiç ayrılmayacak biçimde içinize yerleşir.
İçinize. İç neredir? Acıyı beyne ileten binlerce sinir ucuyla
dışarıya açık bedeninizin içi neredir? Acının sinirler
üzerinden beyne kadar izlediği yolu daha sonra sevgilinizin elleri
de izler. İşkencecinin küfürlerinin izlediği yolu dostunuzun
sözleri de izler. Bedenizden işkencecinin nasıl akıtacağını
çok iyi bildiği o her şeyin kokusunun izlediği yolu sonra baharda
açan çiçeklerin, yeni demlenmiş çayın, iğdenin kokusu da
izler. Yolların kirlendiği bilgisi işkencecinin içinize kazıdığı
şeydir belki. Kendi kavrayışının da ötesinde kazıdığı.
Bedeninizin iletken kılcal yollarla döşeli olduğu bilgisi,
yolların iki ucunu, bedenle bilinci, ayrılmayacak biçimde rapteder
birbirine. İşkenceye bedenle mi karşı konulur, bilinçle mi?
İşkencenin sizi vardırdığı yer tam bu tehlikeli sorudur işte.
Bedenle bilinci bir uçurumun iki yakasına atan bu soru. İkisinin
olası ayrım yerlerini, kendinizi tekrar tekrar kanatmak pahasına,
didik didik ettiren bu sorudur.
Resul'e
sadece işkence mağduru birinin işkenceyi anlatışı diye bakmak
haksızlık olur şüphesiz. İşkence hikayenin başladığı yer.
Resul'ün bedeninde ve bilincinde insan olmaya dair, “pek
bedenli”
olmaya, düşünmekten alıkonulamamaya dair derin ve durdurulamaz
bir sorgulamanın başlamasına neden olan uçurumu açan şey
işkence. Tüm anlamların ve kabullerin o uçuruma çekilişini
izliyoruz roman boyunca.
Ankara'da
yapılan Hopa protestosunda gözaltına alınan, içindekilere atılan
dayaktan sallanışı basın ve çevredekilerce görülmesin diye
etrafı polislerle çevrilen o arabada tutulan biri vardı.
Tahliyesinden sonraki sohbetimizde, gözlerinde derin ve sakin bir
merakla, hep şunu soruyordu: “Bunu anlamam lazım. İnsan böyle
bir şeyi neden yapar? Elleri bağlı, başı dizlerine yapıştırılmış
birine neden defalarca kez vurur?” “Nasıl?” demiyordu hiç.
“Neden?” diyordu. Onun o sakin merakıyla başında durduğu
uçurum, Resul'ün de başında durduğu uçurumdu. “(...)
sarsılarak anladım. Ben Resul, yeryüzünde sadece ben diye
bileceğim bir şey yoktu, yoksa böylesine kaybolmazdım.
Parçalanarak anladım, ben tamamen başkalarına bağlıyım. Beni
öteki insanlara bağlayan bağlar yok olunca ben de yok oluyorum.
Kendimi yaslayacak, dayanacak birisi yoksa ben de olamıyorum. Ve
böyle Sadece-Ben yoksam eğer, ben diye bir şey de yok ve en
korkuncu bu ve bu bet bilgi boğazıma sarıldı, ben bununla ne
yapacağımı bilmiyorum.” Varoluşumuz
sadece sevdiğimiz insanlara bağlı değildir. Sadece “iyi”
olmayı, “doğru” olmayı öğrendiğimiz insanlara bakarak
kurmayız kendimizi. Sevmediklerimize de bağlıdır. Hatta belki
daha çok onlara... Şu iz tutan bedenimiz ve bilincimizle kendimiz
olmaya çalışırken asıl onları anlamlandırmamız gerekir; asıl
onlarla hesaplaşmamız. İşkencecinin, içimize yerleşip başında
beklemek üzere açtığı uçurum budur.
“Bir
bombanın patlaması bir kimyasal bütünlüğe ve dengede oluşa
şiddetli bir itirazdır.”
Çokça
yazıldı; Hüseyin Kıran'ın dil kullanımı oldukça sıra dışı.
Bir şairin dil hassasiyetine ve sezişine sahip Kıran. Ömer
Türkeş'e 2011'de verdiği röportajda şöyle diyor: “Dile
itaat etmekle onu kendi kurallarının sınırında eğip bükmek
ancak bir şairin dil duygusuyla mümkün olur. Edebiyatla uğraşmak,
dille uğraşmaktır temelde. Ama böyleyse, dil, bizden önceki
kuşaklar tarafından bulunmuş, üretilmiş, işletilmiştir. Bütün
olası anlamları tüketilmemiştir belki ama, ana akarı
oluşturulmuştur. Geri dönüş yoktur artık bir dilin içinde
ilerleyen için. İlkelleşerek dilin ham haline ulaşmak neredeyse
imkansızdır. Yeni bir dil yaratmaksa, yalnızca sizin ve sizi yakın
bilen bir iki kişinin anlayabileceği bir alana oturmak demektir.
Okunmaz bir metin, metin değildir. Yeni bir dil bulmak demek, verili
dilin içinde, dilin geleneksel kullanımının dışına çıkmak
ama yine de anlaşılırlık sınırının iç tarafında kalmak
demektir ki, epey müşkül bir iştir.” Tam
bu sınırda kurulmuş bir metin Resul. Çarpıcı olan da tam olarak
sınırda durması, durabilmiş olması. Dilin dengeli kimyası
içinde patlayan bir bomba gibi. Ama öyle her şeyi yerle bir eden
bir bomba değil bu. Türkeş'le konuşurken dediği gibi, dil'in
imkanlarıyla yeni imkanları zorlama arasında bir dengede tutmuş
dili Kıran; kendini çıldırmanın eşiğinde tuttuğu gibi. İmlayı
bozuyor, cümleler yarı yolda yön değiştiriveriyor, fiiller hiç
bilmediğimiz zamanlara çekiliyor, daha önce yan yana görmediğimiz
kelimeler bir tamlamada yan yana geliveriyor.
Romanın
içinde dolaşan ve hiçbir biçimsel işaretleme olmadan ortaya
çıkıp kayboluveren üçüncü şahıs kullanımı, Resul'ün
görülmeye razı olduğu mesafeyi ihlal ettiğinizi hissettiriyor
sık sık. Bir anlatıcı “Ben Resul” diye söze başladığında
onun mahremiyetini ihlal ettiğiniz duygusu pek güçlü değildir
doğal olarak. (Her durumda onun söylediğinden fazlasını
anladığımızı ve iyi yazarın genelde bu ironik mesafeyle
oynadığını bir yana bırakıyorum tabii.) Romanda konuşan
herkesi Resul'ün duyduğu gibi duyuyoruz, her şeyi onun gördüğü
gibi görüyoruz. Onun hakkında söylediklerinden fazlasını anlama
yeteneğimiz ise temel edebi hazzımız olarak sinsi sinsi işliyor
geride. Ama Resul'ü anlatmaya razı olduğu mesafeden dinlediğimizi
düşündüğümüz bazı anlarda, anlatıcı birkaç adım geri
çekilip “o” diye söz etmeye başlıyor Resul'den. Anlatıcı
“o” demeye başladığında, Resul'ün gizli odalarının, onu
bakıştan korusun diye düşünce kalıplarından ürettiği
tuğlalarıyla kurduğu sığınağının içine sinsice
sızıveriyoruz sanki. Üstelik Resul'ün sürekli şikayet ettiği,
elinden yıldığı, kurtulmak için akla gelmez çareler aradığı
şey bir bakışken. Anlatı “Ben Resul”den “o” kipine
geçtiğinde biz de bir mahremiyet ihlalinin içine düşüveriyoruz
sanki. Resul'le kurduğumuz okur mesafesini bu kez çok gözlü
işkencecisiyle kurmamız gerekiyor.
“Ben
meğer küçük bir sürüymüşüm, oysa bir taneyim sanıyordum.”
Şimdi
Gecedegiden'i okuyacağım. Resul'ü yazmadan okumaya başlamak
istemedim. Tam yedi yıl önce, durduğu sınırlarda sarsılarak
okuduğum Resul'ü bir daha okumak, o şair-yazarın çıldırmayıp
yazmaya devam ettiği bilgisiyle Resul'e bir daha bakmak istedim.
Bilin ki, Resul'ün “öylece
ben olan ben”
varlığında bir “insan” ve bir okur olarak beni çarpan her
şeyi anlatmadım. Resul iyi kitaptır. Çok iyi kitaptır.
Eskimesin. Oradan başlayın Hüseyin Kıran'a. Hatta Madde Kara'dan
başlayın. Çağdaşımız olan bir yazarın kişisel/yazınsal
serüvenini takip etmek için, Joseph K.'nın akıl almaz yazarının
ve çağdaşlarının taş taş dizdiği yolun, bizim çağımızda,
insanın içine içine nasıl da kanırdığını görmek için.
...
Gece
boyunca başucumda oturup bana baktı.
...
Pelin TEMUR, Nisan 2013
Bu yazı Kör Katip sitesinde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder