Bir
kadın varmış. Bir yarığın iki yanında yaşarmış. Kendisine
değen her şeyi yarığın bir yanına atarmış. Ama her zaman
bilene gönül indirmez masal; hep bilenin bilmediği yerde başlar.
İşte bu kadının masallığı da oymuş ki, bazen eline geçeni ne
yana atacağını bilemezmiş. O zaman işte, bilemediğinde, yarığın
dibinde yaşarmış. Aslında ilminin en derin yerini de orada
edinmiş; yarığın dibinde.
Dibindeyken
gökyüzüne açılan kollara benzeyen yarık, başındayken bir
uçuruma benzer, “uçurum” adına yaraşır keskinlikte
derinleşirmiş. Dibindeyken iki yanına tırmanmak da eşit zorlukta
ve çekicilikteyken, tepesindeyken ya kanat diletirmiş ya da ölüm.
Kadın onca ilmiyle bu işi çözememiş. Bilirken kanadım yok;
bilmezken bacaklarım yol çağrısıyla capcanlı. Bilirken ölüm
açılmış bir kucak gibi seslenir durur bana; bilmezken yol çağrısı
gökyüzüne kadar varır. Bilirken dilim bir uçurumdan aşağı
akar, kendi ölümüne; bilmezken dilim maviye bulanmış kahverengi
kadar sırlı. Oysa bilmek değil mi tüm bu nöbetin amacı? Nedir
bilmekle yitirdiğim? Nedir yarığın dibindeyken başında olmayan
şey? Nedir soruyla parlayıp yanıtla ışığını yitiren şey?
Soru
içine işledikçe ne yarık kalmış, ne yol; ne gökyüzü kalmış,
ne kol. Yüreği, ilminin mahzeni, ışığını yitirmiş. Dili,
ilminin deresi, çağlamaz olmuş. Gözleri, ilminin kapısı,
yitirmiş kulpunu, tokmağını. Nefesi, ilminin ılığı, soğumuş,
yanmış, soğumuş, yanmış, soğumuş, yanmış.
Kadın
bilirmiş kül olmayı da, kuş olmayı da. İlminin dibi bu bilgiyle
işliymiş. Çok kül olmuş, çok kanat vurmuş kendi külünü
savurmaya. Bu sorunun kapısında terledikçe, soğudukça bilmiş ki
kadın,
bilmiş
ki,
kadın
bilmiş ki,
bu
son sorudur artık. Ya yanıtı verilecek ve sonrası gölge de
seren, ateş de veren derin vaha; ya verilemeyecek ve sonrası
gölgesiz, ateşsiz yokluk. Bilmiş ki, bu son imtihan.
-
Konuş, demiş bir kök, bazen aklın ermediğine dil erer. Dil
dediğin aynaya bakmak gibidir bazen. Bak bakalım soru nerende
durur; yanıtın ne yana meyleder.
-
Sen, demiş kadın, sen bir kökken, yaşamın dala tırmanışını
benim bilmediğim gibi bilirken, kökü bırakıp dala bakmamı
istersin öyle mi? Bu mu verip vereceğin akıl?
-
Sen, demiş kök, yüreğinde ilmi konaklatan, sen daha bilememişsin
dal nedir, kök nedir. Sen daha görememişsin kökle dal arasındaki
kıldan ince yolları, dinlememişsin kökten dala yürüyen suları.
Var git. Var git, ilmini dene.
Kökten
utanan kadın titreyen sesini düşürmüş kızaran yanaklarının
üzerine:
-
Bildiğim her şeyi unuttum...
-
Çünkü son soruya vardın, demiş kök. Sorunun sonluğu odur ki,
siler tüm yanıtları. Ama sen kaç soruda berkittin yüreğini. Kaç
soruyla terledin üzerimde, kaçıyla buz kestin. Kaç kez
söyleşmedik mi seninle yıldız ışığında? Bak bana, gövdenin
değdiği, terle üzerimde döndüğün yerlerim nasıl parladı. Ve
bak, parlamayan yerim kalmış mı?
-
Dokunulmaktan kemiklere dönmüş uzanışın. Bunu sana ben mi
yaptım?
-
Kemik değil onlar, hala kök. Dokunuşla parlamış kök. Senin
dokunuşunla. Anımsamıyor musun?
-
Anımsayış değil bana lazım olan. Bulduğum bir şeyi aramıyorum.
-
İnkârla mı bulacaksın aradığını?
-
İlminin derinliğini bilirim, kök. Mekân diye karar kıldığın
yerden de bellidir. Ama bana göre değil şimdi dilin. İnkâr mı
anımsayış mı; kök mü dal mı… Bilsem atardım zaten yarığın
bir yanına. Hiç bu kadar kaldım mı dipte? Görmüyor musun ne
terliyorum, ne soğuyorum artık. Ben, taş olacağım diyorum, sen
bana su diyorsun. Ben sana damlayacak yerim yok diyorum, sen bana
kıldan ince yolları tarif ediyorsun. Ne terlediğim gecelerin
anısı, ne bulduğum yanıtların ışığı… Kupkuruyum görmüyor
musun? Şimdi uzansam kemikleşmiş gövdenin üzerine, sana
vereceğim şey ancak kan olur; senden alacağım da kuru tende
kırmızı çizikler. Hep yanıt olan yanıt değil, kök, hep yanıt
olan yanıt değil! Yanıtım kimseye konukluk etmiş değil. O bir
yabancı. Dilin benim dilim değil, kök, dilin benim dilim değil.
-
Aman can yoldaşım, demiş kök, aman terini, soğuğunu emdiğim,
ben böyle bilmedim. Ben senin yanışının böyle olduğunu
bilmedim. Var git o zaman, ne suyum yeter sana, ne dokunuşum. Var
git, kimsenin olmayanı ara. Sahipliğe ya da armağana.
-
Eyvah, sen bana dönmüşsün! Bir ağaç bilir mi sahipliği,
armağanı? Bunu sana ben mi yaptım?
Bu
kez ağacın titreyen sesi çarpmış kadının kızaran yanaklarına:
-
Var git can yoldaşım, ter yoldaşım, söz yoldaşım; var git.
Varmış
gitmiş kadın.
Belki
başlanacak yer burasıdır.
Pelin Temur |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder