TARİH
İNSANIN TABİİ UNSURUDUR
Her şey kendisine eşdeğerse, insanın “özgün olmak” gibi bir sorunu olabilir mi? Marshall Berman, Sel Yayıncılık'tan çıkan “Özgünlüğün Politikası” kitabına bu soruyla başlıyor. Ve bu baştan çıkarıcı soruyu aynı soruyla baştan çıkmış başka düşünürlerin, ağırlıklı olarak da Rousseau'nun, düşünce serüvenini izleyerek tartışıyor.
Soru, kaçınılmaz olarak varoluşçuları getiriyor akla. Berman da bu soruyla onlar vasıtasıyla karşılaştığını teslim ediyor. Fakat bu karşılaşmanın peşine düşmektense, tutkulu bir modernizm taraftarı olarak, en başa dönmeyi, sorunun postmodernizmle sulandırılmadan anıldığı yerlere bakmayı daha uygun buluyor. Montesquieu, Montaigne, Rousseau bu soru için son derece ufuk açıcı eşlikçiler. Modern insanın kendi olmak konusundaki tüm sıkışmışlığını en keskin biçimde tespit eden bu düşünürlerin, deyim yerindeyse, ölüm perendesini atamamasının nedeni ise “yabancılaşma” sorununu ve "kapitalist değer yasası"nı adlı adınca tespit edememiş olmaları.
Elbette temsilcisi
oldukları sınıf ve çağlarının burjuva devrimini biçimleyen
ruhu düşünüldüğünde bu "anlaşılır" bir durum.
Özellikle Rousseau'nun, her ne
kadar sürekli özgünlüğün politik bir mesele olduğu sonucuna
çıksa da, ait olduğu burjuva sınıfının bakışından
arınamayan bir yaklaşımı var. Başka nasıl açıklanabilir ki
"(...) toplum
sahip olanlar ve olmayanlar arasında bölündüğü sürece,
devletin her insanın sahip olduğu her şeyi aynı derecede korumayı
garanti etmesi saçma ve anlamsız olacaktır. Ekonomik eşitsizlik,
bazı insanların yaşamını diğerlerinin insafına terk edecek
kadar büyükse, yasal ve politik eşitlik, zayıfın karşısında
güçlünün, sahip olmayanın karşısında sahip olanın tarafını
tutan devletin arkasına gizlendiği maskeden öte bir şey olamaz."
diyen
bir düşünürün çağının sınıfsal hesaplaşmasını aşamayan
bakışa saplanıp kalması? Rousseau'yu bu son adımı atmaktan
alıkoyan şey benliğin laboratuvarında yürüttüğü deneyde
gösterdiği radikalliği sınıflı toplum çözümlemesinde
gösterememiş olması. Işığı yüzüne vuran kapıya her
yaklaşışında kendi içine daha fazla hapsoluyor. Hani
Wittgenstein der ya, "Bir
insan kilitli olmayan, ama içeriye doğru açılan bir kapıyı
boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir."
Rousseau
bunun tam tersini yapıyor; dışarıya doğru açılan bir kapıyı
içeri doğru zorlayıp duruyor. Ve tüm denemelerinin sonucunda
vardığı nokta bir ormana çekilip benliğini kendine hapsetmek
oluyor. Oysa "Dünya
insanın tabii unsurudur ve dünyadaki etkinlik insanın, özgünlüğünü
ortaya koymak ve kendini ifade etmek için yegane aracıdır."
Berman'la
birlikte Rousseau'nun düşüncesinin gelişimini takip ederken, onun
Julie için söylediği şeyi kendine de yaptığını görüyoruz:
"İnsanın
kendine neler yapabileceğine dair kabus gibi bir deney"
yürütüyor
Rousseau kendi üzerinde. Tüm içtenliğine karşın bu deney,
yeterince radikal olamadığı için başarısızlıkla sonuçlanıyor.
Çünkü "radikal
olmak, şeylerin kökenine gitmek
anlamına
geliyor"
ve Rousseau insan ruhuna bu kadar yakından bakabilirken ne Emile'e
ne Julie'ye ne de kendisine "merhamet vuruşunu" yapamıyor.
İki cami arasında binamaz kalan, ne özgünlüğün ne de
özgün-olmamanın yüklerini sırtlanamayan Rousseau, Emile'le
başladığı yolculuğu Yalnız
Gezenin Düşleri'nde
bir ormanda "İşte
buradayım, uçurumun dibinde huzurluyum."
diyerek bitiriyor. Bize de "Öyle yaklaşmıştın ki, keşke
uçtuğunu görebilseydik..." demek kalıyor. Ve elimizde kalan,
devrimci bir praksis çıkarabilecekken, günümüzün baskıcı
rejimlerine rehberlik eden bir Rousseau oluyor.
Rousseau'nun arayışının
çarpıcı samimiyeti eserleri üzerinden takip edilmiş kitapta.
Montesquie'nun İran Mektupları'nın efendi-köle diyalektiği
ve modern insanın kentte varolma biçimi üzerinden başlayan
değerlendirmeler, araya giren kısa Montaigne ve Pascal bölümleri
dışında, Rousseau üzerinden ilerliyor. Rousseau'nun yazdığı
hemen her şey elden geçiriliyor "özgün olma"
meselesi bağlamında.
Tam bir kendine yeterlikle
yetiştirilen Emile, gün gelir her ölümlü insan gibi aşka düşer.
Eğitmeni, aşık
Emile'in içinde asla kontrol edemeyeceği bir alanın varlığıyla
yüzleşir ya da Emile'in içinde o alan aşk'la açılır. Şimdi
artık Emile'in "kendi olmak için
çok daha fazla nedeni var"dır.
Peki ama “Mülk edinme rekabeti ile
canlılık kazanan bir sosyal sistemde insanın kişiliği bir çeşit
sermayeye dönüşmüş(ken),
bu durumda sadece en yüksek getiriyi sağlayacak mülke kendini
yatırım olarak koymak en akılcı yatırım olarak görülür(ken)”
genç
aşıklar nereye gideceklerdir? "Emile'i
kararsız ve bağımlı duruma sokmayan, ahlakını, hislerini,
davranışlarını başkalarının sunduğu örneklere ve önyargılara
göre oluşturmaya zorlamayan tek bir uğraş bile yoktur."
Bu arayışta Emile yaşamın hiç beklemediği bir boyutuyla
karşılaşır: Politik boyut. İhtiyaç duyduğu yaşamı ona
sağlayacak olan politik bir toplumdur. "Yol
hepsi için yaşanabilir bir hale gelinceye kadar iki ağacın yaşama
şansı bir ağacın yaşama şansından fazla değildir."
Bu
noktadan sonra Rousseau yolculuğuna Julie'yle devam eder ve yine
aşkla özgünlüğünü sınamak durumunda kalan bu karakterin
eliyle "özgün olmamanın politikası"nı
dener. Topluluğun mutluluğu ve devamı için özgünlüğünden
vazgeçen, "gereğinden fazla canlı olan arzularını
yok ederek" bir tür ölümü
seçen Julie, özgünlüğün neden olduğu korkunç yükleri
sırtlanmayı reddeder. Yeni Heloise'in
geri kalanında Rousseau, insanın kendine neler
yapabileceğine dair kabus gibi bir deneyi
yürütür. Julie'nin rolünü Wolmar Malikanesi'nin
hanımefendisinden, ideal yasa yapıcı ve filozof-kraliçeye
genişletir.
"Modern
bir otokratın rolü çelişkilidir: Özgür insanların akıllarını,
özgürlüklerinden vazgeçmeleri için çelmelidir."
Rousseau'nun Julie eliyle denediği şey modern otokratın rolüdür.
"Kölelik insanoğlunun doğasına o kadar aykırıdır
ki, memnunuiyetsizlik olmadan, mevcut olamaz. Yine de burada
(Wolmar'da),
hizmetkarlar efendilerini dinler ve karşı gelmezler." Mülkiyet
hakkı diye bir şey söz konusuyken insanlar arasında bir eşitliğin
mümkün olmayacağını bal gibi gören Rousseau, burjuva devriminin
gaz ve toz bulutu içinde özgünlüğe, dolayısıyla eşitliğe ve
özgürlüğe dair bir sonraki adımı atamaz. Bu noktadan sonra
Julie ile birlikte Rousseau'nun düşüncesinde ilerici olanın da
ölmeye başladığını görürüz.
Kazığı
şuraya çakar Rousseau:
"(...) ama bir hizmetkarlar ve ücretliler ordusu güç
ve baskı olmadan nasıl bir kişi tarafından tutulabilir?
Bir efendinin bütün sanatı baskıyı zevk ve ilgi örtüsü
altında saklamaktır. Bu sayede yapmak istedikleri onlardan
yapmaları beklenen şey olacaktır." "Seçenekleri
düşünebilme yeteneğini yok etme 'efendinin sanatının' esas
amaçlarından biridir."
Buyrun burjuva demokrasisinin cehennemine...
Berman,
Montesquieu ve Rousseau'nun yapıtlarındaki özgün-olmayan
varlığın iki biçimi üzerinde
duruyor: "sınıf üzerine kurulu egemenlik ve itaat
yapıları ve cinsiyet üzerine kurulu yapılar."
Dönemlerinin cesur bakışıyla insan doğasına, onun dünyadaki
varlığına cesaretle bakan her iki düşünür de, sınıf söz
konusu olunca aynı keskin bakışı koruyamıyorlar. Bakışları
keskin ama çağları çözüme dair bir ışık yakmıyor onlara. Bu
ışığı görecek ve burjuva düşüncesinin ölüm perendesini
atacak kişi bir yüzyıl sonra Marks olacaktır. Ve Berman'a göre
Marks onlarla aynı modern yolun üzerindedir. "Rousseau,
modernleşmenin ilk büyük dalgasının yuttuğu bir çağın
başlangıcında düşündü, hissetti ve yazdı. Bu çağ- Marks'ın
çağın sonlarına yakın yazdıklarını başka şekilde ifade
edecek olursak- insanların modernitenin sadece gelişmesinden değil,
aynı zamanda bu gelişmenin tamamlanmamış olmasından;
kendine-yabancılaşmanın sadece yeni biçimlerinden değil, aynı
zamanda onlarla birlikte hayatta kalmaya devam eden içkin
biçimlerinden; sadece yaşayanlardan değil aynı zamanda ölülerden
de çektiği bir çağdı." Bu
geniş tarihsel yol üzerinde Stoacılar yakın çevrelerindeki
karmaşaya aldırmamaya ve onun yerine 'evrenin ahengi' ile
ilgilenmeye çalıştılar. Rousseau ve çağdaşları insanın
benliğini kapalı bir laboratuvar kabul edip denemelere giriştiler.
19. yüzyılda ise özgünlük arzusu hem liberaller hem de
sosyalistler için politik bir sorundu.
Ve Marks bu sorunu şu noktaya kadar taşıdı: "Eğer
proleterler kendilerini birey olarak kabul ettirmek isterlerse bugüne
kadarki varlık koşullarını -üstelik bugüne kadarki toplumun da
koşullarını- yani işçiliği ortadan kaldırmak zorundadırlar."
Ve bugün 21.yüzyılda Berman "Marks'ın tarihsel
kapsayıcılığı ile filozofların psikolojik duyarlık ve
inceliklerini birleştirebilecek radikal bir sosyal teori hayal
ediyor." Ve bu hayali bir
"Aydınlanma gündemi" olarak
tarif ediyor. Goethe'den, Rousseau'dan hatta Stoacılar'dan
kendisine, bize, kadar uzanan tarihsel yolu izlemeye çalışıyor.
Bu kitapta baktığı yazar ve düşünürlere ek olarak ikinci
kitabı Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor'da
Goethe, Baudelaire, Puşkin, Gogol, Çernişevski, Dostoyevski, Biely
ve Mosses onun kapsayıcı okumasıyla bambaşka bağlamlarda
geliveriyor önümüze. Aydınlanmanın geleceği olarak
aradığımız şey aynı: "insan doğası böyle bir
dünyada beslenmeyi öğrenmelidir çünkü onun da kökleri tarihin
inşa ettiği bu yolun ortasındadır."
Hala New York Üniversitesi'nde siyaset teorisi ve şehir
sosyolojisi dersleri veren Berman iki kitabında da mekansal ve
yazınsal okumalarla tarihin inşa ettiği bu uzun yolu seriyor
önümüze. Onun çözümleyici okumalarıyla açık ettiği uzamda,
postmodernizmin iyice bağsız bağlamsız bıraktığı biz
insancıklar uzun ve zorlu bir yolun çağımıza denk düşen bir
bölümünde olduğumuzu fark ediyoruz.
Berman
postmodernizm çağının atlanıp modernizm düşüncesine geri
dönülmesini öneriyor ısrarla. Biz onu Türkçede biraz tersten
okumak durumunda kaldık. Önce Katı Olan Her ŞeyBuharlaşıyor'u okuduk, sonra
Özgünlüğün Politikası'nı.
Türkçeye yeni çevirilen bu ilk kitabı okuyunca Berman'ın
meseleyi nasıl keşfettiğini ve Katı Olan Her ŞeyBuharlaşıyor'da nasıl
genişlettiğini daha iyi anlıyoruz. Her durumda Berman'la birlikte
Montaigne, Montesquie, Rousseau, Goethe, Dostoyevski, Çernişevski,
Puşkin, Gogol okurken insan "edebiyat sadece edebiyat
değildir" diyor. Marksist
eleştiride yetkin örnekler arayanları tatmin edecek bir yazar
olduğunu düşünüyor ve yazdığı her şeyi şiddetle tavsiye
ediyorum.
Pelin TEMUR , Mart 2011
Bu yazı Edebiyat Haber sitesinde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder