Avından El Alan/ Bilge Karasu


Güneşli, ılık, ilkyaz koktu kokacak bir kış günüyle, onun dört gün ardından gelecek tipili, kürtünlerin iki üç karışı bulduğu bir kış günü arasındaki ikircik... Masalımı bu günlerden hangisine yerleştireceğimi düşünüyorum.

Düşündüğüm bir şey daha var: 

Sevmenin simgesel olarak da, gerçek olarak da yemekten başka bir anlama gelmediği...

Deniz, ya güneşin altında aynalaşacak, ya da kurşun-zeytin renkleri karışımı yüzünün sivri, keskin dalgalan, günün tümünü bir akşam saatine indirgeyen kar dumanı ardından, görünüp görünüp yitecek.

Önce deniz var çünkü. İçinde orfinozu, yüzünde balıkçıyı taşıyan. Sayısız parmaklı olduğu için, orfinozu da, balıkçıyı da, istediği yere sürükleyen, balıkla balıkçıyı ayrı ayrı yeden, kimi zaman birine, kimi zaman da öbürüne yüz verir gözüken.

Sonra orfinoz var; denizle balıkçı arasında geçit, köprü; balıkçıyı, olsa olsa düşman bilen. ikisini de taşıyan denizin kendisini kullanacağından habersiz. Balık. Hava güneşliyse, yavruluğuna bakmadan balıkçıya terler döktürecek; karlıysa, kulağına kaçacak kar suyuyla, baygın, suyun yüzüne vuracak balık.

En sonra da balıkçı var. Denizdeki kırgınla denizin vurgunundan başka şey bilmeyen; sevgiyi, olsa olsa, bir balıkta tanıyabilecek kişioğlu...

Şah ile Tuğra


ŞAH- Bir ölüm üçüncü sayfaya düştü mü bir talihsizliğin ya da şiddeti elinin ucunda hazır tutan bir cehaletin eseri oluverir. Vah vah'lı bir şükrün toz dumanında kaybolur merdiven altı atölyeler, sigortasız işçiler, iş cinayetleri, meslek hastalıkları, çocuk işçiler, banka kredisiyle çıkılan tatiller, asgari ücretli şoförler, ehliyetsiz sürücüler, göçmenler. Hepsi kaybolur. Geriye cehalet kalır, talihsizlik kalır, “duydun mu, vah vah.... ne insanlar var, cık cık cık...” kalır. Üçüncü sayfada ölenler herkesten uzaktır. Üçüncü sayfa ölümleri münferittir her zaman.
TUĞRA- Ben kaybolmadım, öldüm. Annem babam da kaybolduğumu düşündü, ama ben öldüm. Annem üzerime ismimi yazmıştı. Önünde sonunda gelecek kayıplıktan korusun diye beni. Annem yoksulların kaderini bilirdi. Annem sandı ki, isim insanı bir yere iğneler. Böylece insan dünyada savrulmaz. Beni tuttu tarihe iğneledi, sonra da kendime iğneledi. Ama ben savruldum. Bir arabanın altına kadar.
ŞAH- Şimdi, misal, Tuğra'nın hikayesiyle benim hikayem ayrı ayrı durur. Benim adım şah, onunki tuğra. Biz birbirimize işaretiz. Biz yoksulluğun içende dilenen tarihiz.

tıkırtılı


Akşam güneşi içeriyi ışığa boğmuştu, o geldiğinde. Kapının üzerindeki minik çan çınladığında kafamı kaldırmış, ardındaki ışık seliyle ancak bir karaltı olarak görmüştüm onu. Zayıf, uzun boyluydu. Etekleri bileklerine kadar inen bir elbise vardı üstünde. “Merhaba.” dedi. İşim bu olmasına karşın, canım fena sıkılır bir müşteri geldiğinde. Bu gün sıra hangisinde acaba, diye düşünürüm; bu gün neyimi alacak şu yabancı?

ihzar

Uzun bir çölde, bir insan ömrünce kısa bir düşe daldım. Sen beni bulduğunda o düşteydim ben. Gözlerimdeki vahaya sığınmıştım. Gözlerime kapanmıştım. Gözlerimi kapadım...

Öyle uzun zaman kaldım ki orada, uzun çöl rüzgârları kumla örtmüştü üstümü. Dokunuş diye bir kumların yakan dokunuşunu biliyordum; ses diye bir kumun uğultusunu. Unutmuştum ötesini. Unutmak denirse… Çölle bir ettiğim dünyanın sesini dinliyordum.
Sen beni bulduğunda uzun bir düşün ortasındaydım. Öyle ortasındaydım ki, unutmuştum düş olduğunu.
Ben o düşün içinde dağları, ağaç gövdelerini, yapraklardaki damarları, dere yataklarını, dere yataklarındaki her bir çakıl taşını, onların üzerinden akan suyu, göğü, gökte uçan kuşların kanatlarındaki her bir tüyü düşünürdüm. Ben o düşün içinde düşümü sevecek birini düşünürdüm. Sen beni bulduğunda, ben, beni sevecek birini...

defter...'deki


defter...
Ne defteri nerede bulduğumu söyleyebilirim, ne de neden bulduğumu. Söyleyebileceğim şu ki, o defterde bir yüz var. Kirpiklerini, kalemin kağıtta çıkardığı gibi bir sesle yuman ve sayfa sayfa açılan.
Biliyorum, bu bana yüzdür. Ve şimdi bir başlangıçta durmaktadır. Bekler. Bilinmeyi.
...'deki
Toprağı kazdı bugün kaplumbağa. Yumuşacık toprak… Önce birkaç yeri denedi; ya bir taşa denk geldi ya da bir köke, ilerleyemedi. Sonra buraya, sarmaşığın altına kazdı kış yuvasını. Yavaş yavaş. Açtığı çukurun içine girdi ve kelime yanına kelime dizer gibi ağır örttü kendini toprakla. Bu defter benim kış yuvam. Kazdığım, girdiğim, örttüğüm yeri bilirim; uyanacağım yeri bilmem. Uyanacak mıyım onu bile bilmem.

yarık

Bazen zamanda yarıklar açılır. Bir uçurum ağzının esintisiyle, nefes kesecek kadar derin bir nefes dolar insanın içine. Hazırlıksız. En çok sıradan bir günde… En çok sıradan biriyle… Hiçbir sıradışının anlam aralığına sıkışamayacak kadar sarih. Ne aşkın yürek açıklığıyla, ne dostluğun yakın bakışıyla, ne de merhametin güvenilmez iç yakışıyla. En sıradan bir günde, en sıradan biriyle açılıverir yarık. Şüphesiz diğerleriyle de açılır. Ama yarık, yarık olmaz o zaman. Aşk olur adı, dostluk olur, merhamet olur. Sanki yarığı açan bize ait bir şeymiş gibi. Oysa zaman yarılır bazen. Öylece yarılır. Yarattığı ihtişamla karşılaştırılamayacak kadar küçük bir an. Her zaman, hep öyle olmuş şeylerin ihtişamı.

yüz


Yüzümün dağılmasına engel olamıyorum. İki yanından avuçluyorum onu ama o, dokunuşla sınırlanmayı bilmiyor. Tam tersine dağılıyor dokunuşla. Yüzünü, atomlarıyla parçalı hissetmek korkunç bir şey! O atomların nasıl dağıldığını, çevreye karıştığını, orada yaşamaya devam ettiğini...

Paris, Modernitenin Başkenti/ David Harvey


ANLATILAN SENİN HİKAYENDİR

Yer: Paris
Tarih: 1830-1871 arası
Kahramanlar: Çamaşırcı kadınlar, pansiyon sahipleri, kiracılar, zanaatkarlar, işçiler, öğrenciler, fahişeler, öğretmenler, arsa sahipleri, spekülatörler, barikatlarda savaşanlar, flaneur, Balzac, Baudelaire, Flaubert, Zola, George Sand, Daumier, Thiers, Haussmann, Saint Simon, Varlin, Proudhon, Marks ve diğerleri...

    “Moderniteye dair mitlerden biri de onun geçmişle kökten bir kopuş oluşturduğudur.” David Harvey'in, “Paris,Modernitenin Başkenti” kitabında, müthiş bir ayrıntı zenginliğiyle etrafında dolaştığı soru bununla ilgili: Modernite gerçekten bir kopuş mudur? Yoksa Sanit Simon kaynaklı ve Marks'ın içtenlikle benimsediği alternatif modernleşme teorisinde olduğu gibi, hiçbir toplumsal düzen, zaten var olan durumunda kuluçkada bulunmayan değişimleri gerçekleştiremez mi? Var olan durum, yeninin özelliklerini içinde taşır mı? Yeni'ye dair işaretler tespit edilebilir mi? Sanat ve özelde edebiyat bunu mu yapmaktadır? Bu ara oldukça fazla insanın kafasını meşgul eden ve dönüp tarihe, edebiyata tekrar bakmalarına neden olan bir soru bu. Çünkü bu soruya verilecek yanıt, tarihi algılayıştan, güncel politika ve yaklaşım geliştirmeye ve dünyayla ilişkimizi düzenlemeye kadar bir çok alanda ciddi değişikliklere neden olacak etkide. Belli ki Sel Yayıncılık'ın Düşünsel serisi de bu sorunun peşinde. Aydınlanma ve Burjuva Devrimi dönemine uzun uzun bakıyoruz bir süredir Sel Yayıncılık'la. Özellikle bu dönem, bugünü anlamak için çok önemli. Harvey'in 1948 ayaklanmalarının hemen öncesinden Komün barikatlarına kadar geçen sürede, hayranlık uyandıracak kadar ayrıntılı bir bakışla Paris'i yeniden inşa ettiği kitap da bu çizgiye uygun bir seçim.

Goethe ve Çağı/ Georg Lukacs


OTKAS!


Otkas! Meyerhold'un kullandığı bir terimdir bu. Bir hareket yasası. Ileri doğru bir hareket yapmak için önce onun tam tersi yönde, geriye doğru, bir hareket yapmanız gerekir. Mesela vurmak için elinizi önce ters yönde hareket ettirmek zorundasınızdır. Her ileri doğru hareket için önce geriye doğru hareket etmeniz gerekir. Basit ve müthiş!
   Son dönemde Aydınlanma düşüncesini, alıştığımız eleştirel yerden değil, bambaşka bir yerden okuyan ve olumlayan kitaplar basılıyor arka arkaya. Otkas! Alıştığımız bir düşünme biçimi çatlıyor, hayatı karşılamamaya başlıyor ve biz yeni bir hareket, bir atılım için geriye doğru hareket aşamasını tamamlamaya çalışıyoruz. Bu geriye doğru hareket bir "geri çekiliş" ya da bir tür "gericileşme" gibi okunmamalı tabii. En azından "bizim cephe"de öyle değil... Kısa bir zaman sonra yapılacak, hatta belki çoktan başlamış, bir atılım için güç toplamak, düşünceyi buna hazırlamak gibi düşünülmeli daha çok.

Edebiyatın Omzundaki Melek/ Yayına Hazırlayan: Zeynep Uysal


TARİHİN KURUCU VE TANIK MELEKLERİ



Ağırlıkla Boğaziçi Üniversitesi'nden akademisyenlerin makalelerinden oluşan ve yine aynı üniversiteden Zeynep Uysal'ın yayına hazırladığı Edebiyatın Omzundaki Melek, doğrudan edebiyat-tarih ilişkisi üzerine konuşan ve edebi örnekler üzerinden bu ilişkiyi inceleyen makalelerden oluşuyor.

   Başlıkta kullanılan melek göndermesi Benjamin'in, Klee'nin “Angelus Novus” tablosu üzerinden kurduğu tarih meleği okumasına dayanıyor. Cennetten kopup gelen bir fırtınanın geleceğe sürüklediği ve ama gözlerini ona tek bir felaket gibi görünen geçmişten ayıramayan melek. Ne geçmişe ne şimdiye ne de geleceğe doğru bir irade gösteremeden sürüklenen melek, elbette belli türde bir tarih okumasını öneriyor. Geçmişe bakışı bir yas, geleceğe doğru uçuşu ise bir sürüklenme olarak tarif edilmiş bu melek belki de, postmodernizmle paramparça edilmiş tarihsel iradeye ağlamaktadır. En azından ben böyle dertlenmekteyim o tabloya baktığımda. Neyse, konumuz bu değil...

Marshall Berman/ Özgünlüğün Politikası


TARİH İNSANIN TABİİ UNSURUDUR



 Her şey kendisine eşdeğerse, insanın “özgün olmak” gibi bir sorunu olabilir mi? Marshall Berman, Sel Yayıncılık'tan çıkan “Özgünlüğün Politikası” kitabına bu soruyla başlıyor. Ve bu baştan çıkarıcı soruyu aynı soruyla baştan çıkmış başka düşünürlerin, ağırlıklı olarak da Rousseau'nun, düşünce serüvenini izleyerek tartışıyor.
   Soru, kaçınılmaz olarak varoluşçuları getiriyor akla. Berman da bu soruyla onlar vasıtasıyla karşılaştığını teslim ediyor. Fakat bu karşılaşmanın peşine düşmektense, tutkulu bir modernizm taraftarı olarak, en başa dönmeyi, sorunun postmodernizmle sulandırılmadan anıldığı yerlere bakmayı daha uygun buluyor. Montesquieu, Montaigne, Rousseau bu soru için son derece ufuk açıcı eşlikçiler. Modern insanın kendi olmak konusundaki tüm sıkışmışlığını en keskin biçimde tespit eden bu düşünürlerin, deyim yerindeyse, ölüm perendesini atamamasının nedeni ise “yabancılaşma” sorununu ve "kapitalist değer yasası" adlı adınca tespit edememiş olmaları.

Paul Ricoeur/ Eleştiri ve İnanç


  BOŞLUKTA DÖNEN KISKAÇ

  

  Eleştiri ve İnanç, Fransız düşünür Paul Ricoeur’un 1994 ve 1995 yıllarında François Azouvi ve Marc de Launay’a verdiği uzun söyleşiden oluşan bir kitap. Söyleşi, yazarın çalışma odasında yapılmış. Bir filozofun çalışma odasında karşılaşmayı umduğunuz tüm hayaletlerle karşılaşıyorsunuz okurken: Düşüncesi üzerinde etkili olmuş düşünürler, yazarlar, çerçevelenmiş fotoğraflar, gazete kupürleri, not edilip peşine düşülmemiş fikirler, peşine düşülüp bir kitabın temeli haline dönüşmüş başka fikirler… Eski dostluklar, düşmanlıklar, uzlaşmalar, fikir çatışmaları hatta Lacan’ın “kaba bir şekilde” yüzüne kapattığı telefondan söz ederken ya da Eliade ile hangi konularda anlaşamadıklarını, Sartre’dan neden hoşlanmadığını anlatırken olduğu gibi entelektüel camianın dili kendine has dedikoduları…