Bir
kadın varmış. Bir yarığın iki yanında yaşarmış. Kendisine
değen her şeyi yarığın bir yanına atarmış. Ama her zaman
bilene gönül indirmez masal; hep bilenin bilmediği yerde başlar.
İşte bu kadının masallığı da oymuş ki, bazen eline geçeni ne
yana atacağını bilemezmiş. O zaman işte, bilemediğinde, yarığın
dibinde yaşarmış. Aslında ilminin en derin yerini de orada
edinmiş; yarığın dibinde.
Dibindeyken
gökyüzüne açılan kollara benzeyen yarık, başındayken bir
uçuruma benzer, “uçurum” adına yaraşır keskinlikte
derinleşirmiş. Dibindeyken iki yanına tırmanmak da eşit zorlukta
ve çekicilikteyken, tepesindeyken ya kanat diletirmiş ya da ölüm.
Kadın onca ilmiyle bu işi çözememiş. Bilirken kanadım yok;
bilmezken bacaklarım yol çağrısıyla capcanlı. Bilirken ölüm
açılmış bir kucak gibi seslenir durur bana; bilmezken yol çağrısı
gökyüzüne kadar varır. Bilirken dilim bir uçurumdan aşağı
akar, kendi ölümüne; bilmezken dilim maviye bulanmış kahverengi
kadar sırlı. Oysa bilmek değil mi tüm bu nöbetin amacı? Nedir
bilmekle yitirdiğim? Nedir yarığın dibindeyken başında olmayan
şey? Nedir soruyla parlayıp yanıtla ışığını yitiren şey?