renksiz yazısız kent

Zamanın birinde bir kent varmış. Bu kentte mürekkebin ne olduğunu kimse bilmezmiş. Çünkü bu kentin insanları hiç yazı yazmazlarmış. Ne kitap varmış kentte, ne de yazılı tek bir sayfa.

Kimi, vaktiyle bu kentte, bir periyi kötürüm etmek için, kara bir kağıt üzerine zehirli bir büyü yazıldığını, perinin kötürüm olduğunu -derler ki, bedeni gittikçe ufalmış ve elleri karnına yapışmış- o günden sonra da kentin yazısızlıkla lanetlendiğini söylermiş. Ardı arkası yoktur bu rivayetin. Periyi kim kötürüm etmek istemiş, neden istemiş, kenti lanetleyen kimmiş söylenmez.

Başka bir rivayete göre kenti lanetleyenler cinlermiş. Derler ki, zamanında bu kentte yaşayan bir kız, zamanın dilini çözmüş. Çözmekle de kalmayıp hem dili nasıl çözdüğünü, hem de zamanın dediklerini yeşil kağıtlara yazmış. İnsanın zamanın sırrını çözdüğünü duyan cinler, kızın yeşil yapraklarını ateşten soluklarıyla kavurup kenti yazısızlıkla lanetlemişler. Kimi der ki, bunlar iyi cinlermiş; insanı bilmenin yükünden korumak istemişler. Kimi de der ki, kötülermiş; insanın bilgide kendilerine denk olmasını istememişler.

Bazıları da der ki, yaprakları yakan cinler değil kızın kendisiymiş. Zamanın dilini çözen bu kız, artık kim bilir hangi yükün ağırlığıyla, sırrı işlediği sayfaları ve kendini yakmış. Ertesi gün kapkara bir yağmur yağmış kente. Sonra da, artık kızın mı laneti, zamanın mı bilinmez, yazısını yitirmiş kent.

İçinde bir kızın ve zamanın olduğu bu rivayeti, aldı, kabul etti masalcı.

Artık sırrına dokunuldu diye kendi kendini mi silmiş, cinler mi çekip almış bilinmez ama, bu kentte zaman da yokmuş. Hiçbir şey birikmez, her gün, her şey en baştan başlarmış. Eşyaların, insanların isimleri bile değişirmiş günden güne. Sanki yazıyla birlikte zamanını da yitirmiş kent. Birikme yeteneğini yitirmiş. Çocuklar büyür, büyükler yaşlanırmış elbet ama bir günden diğerine taşınamayan bilgi izleyemezmiş bu değişimi. Ne analar çocuklarının damağını hatırlarmış memelerinde, ne de çocuklar analarının içinin uğultusunu. Sevdalar içe işlemez, en kıymetli gönül armağanları kapıya konurmuş ertesi gün.

Bu yok'u bol kentte olmayan bir şey daha varmış: Renkler. Her şey gri bir bulanıklıkta asılıymış. Güneş gri doğar, buğdaylar gri uzarmış; bebecikler gri doğarmış analarının karnından, genç kız göğüsleri gri iner kalkarmış. Yazısı olmayan kent, yitirdiği renkleri anımsamazmış elbet. Her şey her zaman böyle idi sanırmış.

Şimdi, kentin renkleri yitirişiyle ilgili rivayetleri verecek masalcı...

Derler ki, zamanın behrinde, bu kentte renklerin şahı yaşarmış. Şahın güzeller güzeli bir kızı varmış. Bu kız, bir çobana gönlünü düşürmüş. Çoban da onu severmiş. Ne ki, renklerin şahı razı olmamış bu sevdaya. Yeşili, maviyi, sarıyı, cümle renkleri çağırıp demiş ki, bitireceksiniz bu sevdayı. Ama renkler buna razı olmamış. O zaman renklerin şahı, “Bana itaat etmeyen teba kahrolsun!” diye gürlemiş. Gazaptan korkan renkler dört bir yana kaçışmışlar. O gün bu gündür renkler bu kentten uzak dururlarmış. Dünyanın dört bir yanına dağılıp, şahlarının öfkesinden gizlenmişler. Kimi gül yaprağına gizlenmiş, kimi zeytin ağacının dalına, kimi derelerdeki çakıl taşlarına, kimi bir bulutun kıyıcığına. Şah da kör olmuş renklere lanet okuyunca. Gözleri şekli seçer, rengi seçemezmiş.

Sonra derler ki, vaktiyle bu kentte yaşayan bir delikanlı renklerin sırrını çözmüş. Özlerinin ne olduğunu bulmuş. Yepyeni renkler icat etmiş sonra da, dünya üzerinde görülmemiş renkler. Renklere hükmetmeyi de öğrenmiş elbet. Bir dokunuşu yetiyormuş kırmızının yeşile dönmesine. Kentte güneş bir gün mavi doğuyormuş, öbür gün eflatun; ırmaklar bir sarı kabarıyormuş, bir mor. Sonra bu delikanlı daha önce hiç görülmemiş bir renk bulmuş ve bu rengi bir güle vermiş. Bu bilinmez renkte katmer katmer açıldıkça da güle aşık olmuş. Ne ki, bu delikanlıya çoktandır aşık olan bir peri varmış. İşte bu peri, gülün içine gizlenip onun diliyle seslenmiş delikanlıya. Tüm renklerini bana ver, demiş. Maşukunun sözünü emir sayan delikanlı, kentteki bütün renkleri topayıp gül-perinin yapraklarına işlemiş. Gülün güzelliği görülmeye değermiş ya, kentteki tüm renkler solmuş. Bu kadarı denir, sonrası denmez delikanlıyla gül-perinin aşkının.

İşte bu rivayet dolu, renksiz, yazısız kentte bir kız yaşarmış. Bu kız, kentte o bulaşık grinin tonlarından gayrı tek rengin sezildiği toprağa bakar dururmuş. Evet, bu kentte sadece, parlak gri güneş, solgun sisli-gri gökyüzündeki yolculuğuna ufuklardan başlarken ve grinin tonlarıyla harelenerek diğer tarafta bitirirken, toprak, belirsiz bir kahverengiyle ürperirmiş. Kimse görmezmiş bunu. Daha doğrusu, gözüyle görmezmiş. Ama başka bir yerleriyle görürlermiş belli ki. Çünkü bu doğuş ve batış anlarında tuhaf bir sessizlik çökermiş kente. Kıvır kıvır gri kuzular, mırıl mırıl gri kediler bile susarlarmış. Grinin bir tonu bebecikler, kendilerini toprağa atar, sanki onları ayağa kaldırıp yürütecek bir güç gizliymiş gibi onda, tırmalayıp dururlarmış. İnsanlar öylece kalır, sanki yitirdikleri renklerin, yazının, zamanın dokunuşuyla ürperirlermiş. Dalgın, uzaklara bakar, dudaklarına dolanan bir mırıltıyı söze dökemezlermiş. Elbet bu dalgınlık az sonra dağılır, birikemeyen kent, yaşamasına eskisi gibi devam edermiş.

Yalnız bu kız unutmazmış topraktan kahverenginin akışını. Gri nakışlı ağaç gövdelerine bir işaret çiziyormuş unutmamak için. İşte bu işaret, bir büyü gibi anımsatıyormuş kıza toprağa bakmasını.

Kahverengi kabarıp da yerini yeniden griye bırakıncaya kadar, kız, hep aynı ağacın altında, gözleri toprağa dikili öylece oturur; içine eski zaman masallarının dokunduğunu hissedermiş. Tam bu masallar diline yürüyüp akacakken kahverengi silinir, kız, içinde yanıp duran masalın acısıyla ağlarmış. “Az daha kalsaydı ya, az daha! Bilecektim ne olduğunu!” İşte kızın işareti bu gözyaşlarıymış. Gözyaşları, ağaçta değdiği yeri koyultuyor, toprak tekrar kahverengiyle ürperene kadar kurumuyormuş. Kız da, bu işarete her baktığında, kahverenginin ürperişini görmek için gözlerini topraktan ayırmaması gerektiğini hatırlıyormuş. Elbet kız, böylece, içinde kıvranan dilin ilk kelimesini yazdığını bilmiyormuş.

Bir gün kız, ağaç gövdesindeki koyu gri çizgilere dikmişken gözlerini, gözünün önünde duranın sözünü de bulmuş. Ulaşması zor bir sırra ermiş gibi -onlar hep göz önünde dururlar- sesi şaşkınlıktan titreyerek haykırmış: “İz, kalıyor! İz, kalıyor! İz, kalıyor!” Zamansız, yazısız kentte bir şeyin birikmesi, dünden bugüne bir şeyin taşınması öyle tuhaf gelmiş ki kıza... İz, dünle bugünü birleştirmiş, yarın için söz vermiş. Zaman, kız için sıralanmaya başlamış.

Kız, sıralanan zamanı ve dile gelmeyen masalının mırıltısıyla durup dururken, bir delikanlının geldiği haberi yayılmış kente. Kent için bu o kadar sıra dışı bir şeymiş ki, zamansız kentin her sabahında en baştan fısıldanıyormuş kulaklara. “Biri gelmiş...” Elbet delikanlının gelişiyle ilgili birçok rivayet dolaşmış ama hepsi akşamdan sabaha. Hiçbir rivayetin peşine düşülememiş, sabahına hepsi silinip gitmiş. Her sabah, en baştan “Biri gelmiş...”

Sonunda kızın kulağına kadar ulaşmış haber. Ama kız, topraktan gözünü ayıramadığı için, her sabah, baştan baştan toplanıp gidenlerin arasına karışıp gidememiş delikanlıyı görmeye. Yalnız, yüreğinde kendisinin bile sezemediği bir ses seslenip durmuş delikanlıya: “Gel, beni bul...”

Günler sonra gelmiş delikanlı.

Sen miydin beni çağıran? demiş.

Kız, içinde nemlenmekten körelmiş diliyle,

Ben kimseyi çağırmadım, demiş.

Günlerdir kentin inkarına alışmış olan delikanlı gülümsemiş,
Geldim, demiş.

Kız susmuş. Delikanlının sesi, kahverengi bir şey kımıldatıyormuş içinde. Sussun dilemiş. Bir içte iki kahverengi çok. Bilmiş delikanlı, susmuş. Oturmuş kızın yanına. Birlikte beklemişler kahverenginin toprağa yayılışını. Ama bu kez korkmuş kız, titremeye başlamış kahverengiyle birlikte. Bilmiş, bu kez başka. Delikanlı, kızın elini tutmuş.

Korkma, demiş, sesini de duyacaksın şimdi.

Demesiyle, bir mırıltı yükselmiş topraktan. Bir şarkı. Kumlu, fısıltılı bir şarkı. Kız, daha beter titremeye başlamış. Bu kez sarılmış ona delikanlı. Korkma, demiş yine. Şarkı yükselmiş; kendisiyle beraber toprağı da kabartıp yükselterek. Kız, şarkının toprağın en derininden kabararak, ayaklarının dibine kadar yükselişini titreyerek dinlemiş.

Titreme, demiş delikanlı, masal titreyeni sevmez. Onu taşıyacak dil ister. Titreyen bir dil ancak kendi içine akar. Titreme.

O zaman kız gözlerini ilk kez topraktan ayırıp onun gözlerine bakmış. Aynı kahverenginin orada da kabardığını görmüş. Üstelik kahverengi orada güneşin ışığını, gecenin yıldızlarını da katmış yanına. Titremesi geçmiş. Tek bir kulak gibi dinlemiş ikisi. Kız, sezdiğini anlamaya da başlamış yavaş yavaş. Sürekli aynı şeyi söylüyormuş şarkı:

Dilini bul.
Dilimi bul.
Dilini bul.
Dilimi bul.

Koyu gri göğe ışıltılı gri yıldızlar inene kadar öyle durmuşlar. Kız artık titremiyormuş ya, daha derin bir titremenin içine yayıldığını duyuyormuş. “Zamanım, sesim, dilim yokken kaybedecek bir şeyim de yoktu. Ya gide...” Cümlesini tamamlamaya bile korkuyormuş. “Ya o yokken duyama...” Yarım cümleleriyle uyuyakalmış delikanlının göğsünde.

Sabah, saçına dokunan elle uyanmış.

Hadi, demiş delikanlı, uyan artık. Bak sana neler göstereceğim.

Elinden tutup kaldırmış onu. Kız ilk kez bu kadar güç hissetmiş bacaklarında. Titreyişse hala içinde bir yerdeymiş.

Delikanlı ilk dibinde oturdukları ağaca dokunmuş. Dokunmasıyla da ağaç, görülmedik bir yeşille ışıldamaya başlamış. Kız, korkuyla geri çekilmiş. Delikanlı elinden tutup gülümsemiş. Kız, onun gülümseyişinden aldığı cesaretle tekrar bakmış ağaca. Rengi hatırlamayan gözleri, bir su gibi içmiş ağacın yeşilini. Dizleri titremiş, çökmüş olduğu yere. Yapraklarda yeşilin kıpırdanışı, dalların gün ışığında tondan tona salınışı sarhoş etmiş onu. Delikanlı yanında bir yere oturup beklemiş kızın yeşile kanmasını. Kız, günlerce başka bir şey görmek istememiş. Ağacın çevresinde dolanıp durmuş. Her yerine, her anına bakmış yeşilin.

Günler sonra delikanlı,

Hadi, demiş, daha görecek çok renk var.

Ağacın rengi kaybolmaz değil mi yanından ayrılırsak?

Hayır, korkma.

El ele düşmüşler renklerin peşine. Delikanlı neye dokunsa ışıltılı bir renk yayılıyormuş. Sarı-kızıl yılanların kımıldanışını görmüş kız toprak üzerinde, mavi-pembe kelebeklerin uçuşmasını rüzgarla birlikte. Çiçeklerin bin bir rengine alışmış gözleri, balıkların saydam, renksizliğiyle okşayıcı su içinde ışıl ışıl süzülüşlerine. Artık korkmamaya başlamış meyvelerin dolgun renklerine dokunmaktan. Ne renk görse dünyadan değil, delikanlıdan biliyormuş. Ağaç yeşilse, nar kızılsa o dokunduğu içinmiş. O yokken renk de... Başlangıçta yarım bıraktığı cümlelerin korkusu iyice birikmiş içinde.

Gideceksin. O zaman ben ne yapacağım?

Herkes gider, demiş delikanlı. Başka türlüsü gelmez kimsenin elinden. Zaman budur işte. Ama hatırla, nasıl seslenmiştin bana? İz, kalıyor; iz, kalıyor...

Sen miydin seslendiğim? Ben bile bilmezken birine, sana seslendiğimi, sen nereden bildin?

Bilmem... Sezilir böyle şeyler, bilinmez. İz istedin, sızı istedin, geldim.

Gitme, demiş kız. İçinde renkler kırılıp dökülüyor, birbirlerine karışıp o bulaşık griye dönüyormuş. İzini değil, seni istiyorum ben.

İzi sevmeyi öğrenmen gerek belki.

İzi sevmeyi öğrendim ben o zamansız grilikte. Unutacak kadar öğrendim. Kendime dokunmaktan yorgun ellerim. Bırak sana dokunsunlar. İncitmem... İncitmem!

Sevdanın dokunuşu incitmez olur mu? Onca derine işleyen incitmeden çıkar mı yüze?

Derine dokunmam, demiş kız.

Sevda diyordun, demiş delikanlı.

Evet... deyip boynunu bükmüş kız.

Sonra sesini zar zor toparlayıp,

İzini karıştırmaktan korkuyorum, demiş.

Renklerimi görmedin mi? Onlar karışır mı başka çizikle?

Karışmaz, deyip boynunu bükmüş kız.

Delikanlının ışıklı kahverengi gözlerine bakmış. İçi ezilmiş aşktan.

Sen, ben olmuşken nasıl iz çizersin ki içime? İçim olmuşken nasıl bir çizikten söz edersin? Ne izi bu? Neyi bulacağım peşine düşüp? Senden kıymetli neyi bulacağım? Gitme!

Sen dünyayı kendi iç’in sanırsın. İnsanı nasıl deli eder bu dünya bilmezsin. Deryadayken katreyle yetinirsin. İnsan aşkı nedir ki? Hele çevrene bir bak, şu ağacın gözüne verdiği okşayışı veremem ben. Gökyüzüne bakınca içine akan o mavi sel var ya, işte onu akıtamam. Elmanın avucunu dolduruşunu dokunamam eline. Ben neyim ki? Benim aşkım ne ki?

Ben nasıl dayanırım koca dünyayı sevmeye? Gücüm mü yeter?

Yeter, korkma, yeter.

Yetmez! Hele şu gökyüzüne bak, şu rüzgara, şu dağlara bak. Nasıl yeter gücüm buncasını sevmeye?

İzden ayırdın, bana verdin gözünü. Ama hala izin ötesine geçemedin aslında. Sen bütün renkleri benden biliyorsun; her renkte, rengi değil, beni seviyorsun. Koca dünyayı bir bana, bir kendine kapatıyorsun. Ben sana dünyayı bildiremeyeceğim, belli. Bırak, gideyim. Benim sana bildiremeyeceğim şeyi bulduğunda geleceğim.

ve gitmiş...

Kız, gidişin anısı dağılana kadar yememiş, içmemiş. Bir damla soluk tutamamış canında. Ne renklere bakabilmiş, ne ağacına. Uyumuş sade. Sayıklamalarla uyumuş. Tek isimmiş sayıkladığı, tek sesleniş. Ama sezgiyle gelen delikanlı, gelmemiş kızın bağıran çağrısına.

Derken, kim bilir ne kadar zaman sonra, bir dal dokunmuş kızın yüzüne. Kız dalın rengini ilk görüşünü hatırlamış, delikanlının ağaca ilk dokunuşunu. İçi ıpılık ürpermiş. Koşup yılanlara bakmış, balıklara, kelebeklere...

Ne çoksun! diye bağırmış. Ne çoksun!

Koşup ağacının altına gelmiş. Gözüne, eline, içine değen her şeyi, iz tutmayı bilir diye, anlatmış ağacına. Mırıl mırıl bir büyü gibi akıtmış çok olanı, çok olan toprağa. Ama kendi gözyaşıyla koyulan, delikanlının dokunuşuyla yeşeren ağaç, tutamamış sözün izini. Köküne konuşmuş, olmamış; dalına konuşmuş, olmamış. Susmuş sonunda. İçinde kıvrılıp duran şeyden anlamaya çalışmış dilinin eksiğini. Bilememiş. “Belki kollarımdaki boşluk...” Kalkıp ağacına sarılmış. Sarılmasıyla bir dal çizivermiş bileğini. Kanının toprağa damlayışına bakmış kız. Orada yayılıp biçimlenişine, öyle değil de böyle olmayı seçişine.

Biçimi yok dilimin! Şimdi burada, sonra yok. Varlığı sonraya taşıyan biçim. Biçimini bulmalı dilim.

Çekmiş içine dilini. Susmuş taş gibi. Her gün bir dala çizdirmiş bileğini; bileği çizilemeyecek kadar parçalanınca başka yerlerini. Dal, tenini her yardığında duyduğu acı, dilinin biçimini müjdeleyen bir dokunuş gibi tatlı gelmeye başlamış kıza.

Bir ah’la başlamış dilinin biçimine. Çıkardığı bu sesi yazmış ilk. Nasıl yazmış bilinmez. Parçalanan kısa bir eğri mi, çatlaklı bir yuvarlak mı, yoksa dümdüz, titremeyen bir doğru mu? Bu bilinmez ama, kız, toprağa ah’ı yazmış ilk, bu bilinir.

Sonra başka sözcüklerin biçimlerini bulmuş. Mürekkebi, dal dokunuşundan akan kanıymış. Bu kan kızıl sözcükler toprakta biçimlenmeye başladıkça, kız içinde bir dilin, zamanın dilinin, açılıp genişlemeye başladığını hissetmiş.

Yapraklara yazmaya başlamış kız sonra. Önce kelimeler yazıyormuş sade. Ama sonra, çevresinde her şeyin nasıl bir bütün halinde dönüp durduğunu fark etmiş. Aynı bütünü, kırmızı dilinde de kuracak bir şey aramış ve cümleyi kurmuş kız. Cümle’yi kurmuş.

Seyrettiği düzen, dilinde de kuruldukça içi büyümüş kızın, dili büyümüş. Açılmış, katmerlenmiş. Gördüğü her şeyi yazmış yeşil yapraklara. Güneşin nasıl bir doğrulukla doğup battığını anlatmış, çiçeklerin nasıl şaşmazlıkla solup açtığını, kış uykusuna yatan hayvanları, kuşların dal dal kurdukları yuvalarını, suların göze görünmeden göğe yükselişini, tüyden hafif, tozdan ufak kar tanelerinin köyleri gizleyişini...

Yaprak yeşili üzerine kan kızıl dilini işte böyle işleyip dururken, belki bir çiçeğin kokusuyla, belki bir balığın dokunuşuyla, delikanlıyı hatırlamış bir gün. Hatırlamak denirse... Fark etmiş. Orada bir yerde bekleyip durduğunu, dili katmerlenip açılırken, onun da diliyle birlik büyümüş oluğunu fark etmiş. İçi öyle yakıcı bir özlemle dolmuş ki, gözyaşları karışmış mürekkep-kanına. Hemen teninde yeni bir çizik açmış, bunu da yazmalı, deyip davranmış yeşile. Ama bildiği kelimeler yetmemiş içine dolanı anlatmaya. Telaşlanmış kız. Nasıl, demiş, nasıl anlatmalı? Eli dönüp durmuş kanının içinde ama bulamamış kırmızısını. Özlem dili büyütmüş; dil, sözünü arayayım derken, özlemi kabartmış. Bu kadar büyükken nasıl anlatılmaz! Cümleye ne yandan başlasa varamamış noktasına. “Belki dilim daha ilmini tamamlamadı.” demiş sonra. “Yanlış imtihan ilmi hiç eder. Belli ki bu şimdi varacağım bir kapı değil. Daha dolanmalı...”

Yine gözünü çevirmiş dünyaya. Akşamın inişiyle içine dolan kararmayı anlatmaya çalışmış, bulamamış sözünü. Denizin uçsuzluğuna bakarken gözlerine dolan sonsuzu anlatmak istemiş, bulamamış sözünü. Uzak ateşler yakıldığında rüzgarla dağılan kokuyu anlatmak istemiş, bulamamış sözünü. Yıldızlı göğe bakarken... yıldızlar... içinde... yıldızlar... kabaran köpürme... yıldızlar... Yıldızlar hangi sırayla beliriyor gökte..?
 
    — Sıralarken bütünü parçaladım ben! Nasıl zavallı kırmızı sözcüklerim! Nasıl dokunup kaçmışlar bütüne! Nasıl eğleşmişler kenarında! Ne ses sözüm yeter, ne renk sözüm anlatmaya gördüğüm şeyi. Arıların kanat çırpışındaki ahengi, balıkların kıvrılışındaki birliği; her şeyin tek bir şey gibi birbirinin içinde erirken kendisi kaldığı bu bakışı anlatmaya ne kırmızım yeter, ne fısıltım. Bütünü mü kurdum ben yeşil yapraklar üzerinde? Nasıl uzak düştüm ondan dilim bütünlendikçe! Cümleyi buldum, cümle’yi yitirdim…



Titremiş kız. Titremiş ve dilini yutmuş.

Kan kırmızısını yeşil yapraklara işlediği için iyice solgunlaşan yanakları, titreyen dizleriyle kız, bir göz olarak atmış kendini bütüne. Çekmiş dilini içine. İsim aramamış, renk aramamış; sade bakmış. Ve ölmüş gördüğü şeyden. Soluğu zayıflamış. Görkem karşısında ufalmış. Omuzları çökmüş içine. Bir noktasından içine göçer gibi küçülmüş kız. Aklı kalmamış, sesi, dokunuşu kalmamış. Tam, bir zerrecik gibi karışacakken bütüne, bir el uzanmış eline. Kızın minicik kalmış elini, yapıştığı karnından çekip almış. Saçlarını, kirpiklerini tel tel ayırmış. En son çenesinden tutup yüzünü kaldırmış yüzüne. Kız, yıldızlı kahverengiyi görmüş gözbebeklerinin içinde. İlk nefes gibi, ölürken son nefes gibi, derin bir nefes doldurmuş içine. Kurumuş boğazından bir hırıltı kopmuş:

Geldin!

Derler ki___

Demesinler...


Pelin Temur
 
Eylül 2012

9 yorum:

  1. Harika, yazarın ismini de görmek isterdim.

    YanıtlaSil
  2. Pelin Temur. Blog benim olduğu için ayrıca belirtmeye gerek duymamıştım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. buse gizem günay9 Aralık 2012 16:58

      hocam harikasınız!!

      Sil
  3. Titredim ve dilimi yuttum...Sizi siz yapan ozelliklerinize saglik... Iyiki varsiniz.

    YanıtlaSil
  4. Gerçekten mükemmeldi. Tek kelimeyle harika

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok gecikmiş bir cevap olacak ama teşekkür ederim..

      Sil