zeval


Bir kadın varmış. Bir yarığın iki yanında yaşarmış. Kendisine değen her şeyi yarığın bir yanına atarmış. Ama her zaman bilene gönül indirmez masal; hep bilenin bilmediği yerde başlar. İşte bu kadının masallığı da oymuş ki, bazen eline geçeni ne yana atacağını bilemezmiş. O zaman işte, bilemediğinde, yarığın dibinde yaşarmış. Aslında ilminin en derin yerini de orada edinmiş; yarığın dibinde. 

Dibindeyken gökyüzüne açılan kollara benzeyen yarık, başındayken bir uçuruma benzer, “uçurum” adına yaraşır keskinlikte derinleşirmiş. Dibindeyken iki yanına tırmanmak da eşit zorlukta ve çekicilikteyken, tepesindeyken ya kanat diletirmiş ya da ölüm. Kadın onca ilmiyle bu işi çözememiş. Bilirken kanadım yok; bilmezken bacaklarım yol çağrısıyla capcanlı. Bilirken ölüm açılmış bir kucak gibi seslenir durur bana; bilmezken yol çağrısı gökyüzüne kadar varır. Bilirken dilim bir uçurumdan aşağı akar, kendi ölümüne; bilmezken dilim maviye bulanmış kahverengi kadar sırlı. Oysa bilmek değil mi tüm bu nöbetin amacı? Nedir bilmekle yitirdiğim? Nedir yarığın dibindeyken başında olmayan şey? Nedir soruyla parlayıp yanıtla ışığını yitiren şey?